23.12.09

Ayrılık da sevdaya dahil ama sen yine de çok büyütme..

Parmağım sızlıyordu, oyalanacak bir şeyler arıyordum. Gündüz izlediğim Sacramento- Bulls maçının yorumlarını okuyordum. Bir mesajla irkildim gece gece.. “ Şu anda başkasıyla beraber” ..
Kim? Ne? Ne oluyor derken daldım konuya. Çok eski bir dost çıkagelmiş, çalmış kapımı.. Kısa süreli bir şeyler yaşamışlar.. Önceleri çok etkilenmişler birbirlerinden, güzel vakit geçirmişler.. Ama iş sevgili olmaya geldiğinde olamamış. Sebepler, sebepler, yerli, yersiz, gereksiz, gerekli.. Sebepleri varmış işte.. Umursamaz görünmüşler, gerçekten de umursamamışlar.. Güzel birkaç ayın ardından, hayatına kaldığı yerden devam etmiş herkes.. Yoğun iş-güç, eğlenceler, aile ilişkileri, hastalıklar, sağlıklar, hayat yani.. Zamanla unutmaya yüz tutmuş bu yaşanan – adı her neyse -.. Hatta başkalarıyla görüşmeye başlamışlar.. Ne de olsa adını bile anmaya korktuğumuz “Aşk” yokmuş aralarında, hiç olmamış ki..
Ve günler günleri kovaladıktan hemen sonra, biri diğerinin “bu gece” başkasıyla beraber olduğunu öğrenmiş.. Yatak ilişkisi mi, duygusal bir şey mi ya da gerçekten bir şey mi bilinmez. Ama içine oturmuş, boğazı düğümlenmiş sanki b r yumru oluşmuş bir anda.. “Bu hissettiğim yanlış, hatta çok saçma! Ama neden böyle hissediyorum ben? Ne olur bir akıl ver bana” dedi.. İşte konuştum durdum kendimce, yazdım, çizdim, söyledim, aslında oyaladım da oyaladım.. En zor şey karışık bir kafaya bir şeyler anlatmak sanırım.. O belirsiz duyguların içine kendisi giremezken, beni sokma çabası yine de bir şeyler yapma isteğime sebep oldu.
Sonuçta, içindeki umudu fark etmese de dallandırıp budaklandırarak büyüten eski sevgililere bir şeyler yazmak istedim. Sanırım ben biraz daha az hayalperestim size nazaran. Gerçek, sizin görmek istediğinizden çok başka. İster terk edilen ol, istersen sallamıyor görün, istersen de ondan sonra ki üçüncü kişiyle bir şeyler yaşamaya başla.. Kendine bile itiraf edemediğin, adını bile anmadığın o duygu gelip buluyor seni, sen onu kabul edene kadar. Çok mu bohem bir hayat yaşıyorsun?.. Hiç mi üzülmezsin? Kalbini en son kıran adam yaşamıyor mu artık?.. Bunlar sadece hayata daha çabuk adapte olman için uydurulmuş, kendini kandırmak için kurulmuş, aslında gün geçtikçe hayatını baltalayan booby tuzakları..
Daha da büyük gerçekler ister misiniz? Unutmamakta ısrar ettiğiniz o insan, bu akşam sizden sonraki bilmem kaçıncı insanla bizim mekanımız dediğiniz o yerde hayvanlar gibi yemeğini yedikten sonra, sizinleyken burun kıvırdığı o romantik komediyi de afiyetle izledi. Ya da daha da berbatı, size izlettiği o kimsenin bilmediği tv showlarını karşı taraf için özenle açtı, dev ekranda keyifli anlar yaşadı. Sonra size söylediği tüm o güzel sözleri, yaptığı esprileri güncelleştirerek ona da söyledi. Ve son olarak, koltukta başlamak üzere, bir güzel seviştiler, sevişirken belki de siz geldiniz aklına, ya da gelmediniz bile. Ve şu anda o özlediğiniz, bir anda kıymetli olan, asla vazgeçemeyeceğim dediğiniz insan bir başkasıyla huzurlu bir şekilde uyuyor..
Dürüst olmak gerekirse, yazının buraya kadar ki kısmını on dakikada yazdım ama bundan sonra yapılacakları, yapılması gerekenleri en az yarım saattir düşünüyorum. Git keyfine bak sen de, hayatı yaşa, carpe diem, bir kere geliyoruz ya dünyaya demek çok isterdim. Kendi içine düştüğümüz kuyudan, ancak kendi kendimizi çıkarabiliriz, bunu biliyorum sadece. Aç, susuz, kirli, korkmuş olarak o kuyuda gizleniriz, ve arınmış olarak da günler sonra çıkarız. Ayrılık, tatmin edilmeyen duyguları daha da büyütür sadece. Bunun cazibesine kanmamak gerekiyor sanırım..

21.12.09

Çok Eskiden, Ben Daha Doğmamışken..

Kar yağıyor dışarıda. Yeni yıla yaklaşırken, etrafın bembeyaz olması bir anda heyecanlandırdı beni. Yılbaşına, yeni yepyeni tertemiz bir yıla karlar içinde girmeyeli ne çok zaman oldu.. Ne çok zaman oldu sobalarda kestane pişirmeyeli, çay demlemeyeli, evin içinde koşuştururken sobanın önündeki taş bölmeye takılıp düşmeyeli..

Çok eskiden sobalar vardı çıtır çıtır ses çıkaran.. Çocukların içine ne bulduysa attığı, sonra da yanmasını izlediği.. Doğalgazlar, kombiler bilinmezdi. Aidat ödenmezdi. Asansör masrafından, apartman toplantılarında kavga edilmezdi. Yönetici seçilmezdi. Sadece komşuculuk yapılırdı kapı kapı dolaşılıp. Taze salça, turşu, reçel, lokma dağıtılırdı evden eve. Paylaşılırdı. Komşuda pişen, herkese düşerdi..

Kış gecelerinde masal anlatılırdı. İsmini aldığımız dedelerimizin, ninelerimizin hikayeleri söylenirdi uzun uzun.. Onların şarkıları öğretilirdi. Gündüzden yaptığımız kardan adam seyredilirdi geceleri pencerenin önünde. Sırılsıklam olana kadar gelinmezdi eve, annenin camdan bağırmalarına rağmen. Üst-baş değiştirilir, çift çorap giyilir, sahlep içilirdi.

Geceleri sokaklarda bekçi düdükleri duyulurdu. Karanlık ve ıssızdı caddeler. Çıt çıkmazdı. Araba farlarının değil de, rüzgarda sallanan ağaç dallarının gölgeleri vururdu duvarına. Onlara baka baka dalardın uykuya. Anne sesiyle gözünü açana kadar, mışıl mışıl, huzurla..

Sokaklarda oyun oynanırdı. Ağaçlara tırmanılır, dut toplanırdı. Bebekler bezden dikilir, hastalandığında ameliyat edilirdi. Silahlar tahtadandı, kimsenin canı acımazdı. Lastik atlanırdı kendi şarkıları söylenerek, çember çevrilirdi sonra.. Hafta sonları, küçük kardeşlerden gizlice kaçılıp sinemaya gidilirdi, akşamları kıyamet kopacağı bilinirdi..

Sular musluktan içilir, doktorlar eve gelirdi. Her akşam babayla yemek yenirdi. Arkadaşının doğum günü partisi için hafta başından izin istenirdi. Ve o cumartesi iple çekilir, bayramlıklar giyilir, hediyeler ellerinle paketlenirdi. Doğum günlerinde kola ve fanta karıştırılıp içilir, mumlar hep beraber üflenirdi. Akşam beş oldu mu herkese veda edilirdi..

Çok eskiden, bulutlar bir şeylere benzerdi. Bir arabaya, bir kırlangıca, bir koyuna.. Yıldızlar ise, daha parlak, daha yakındı sanki dokunabilecekmişçesine.. Hayaller daha gerçek, gerçekler ise daha hayal gibiydi..

Şimdi mi?.. Şimdi kar yağmıyor, bulutlar bir şeye benzemiyor, turşu marketten alınıyor, çıkılacak ağaç bulunmuyor.. Şimdi herkes çok yorgun.

7.12.09

For My B.B.B

Zormuş be.. Başlayamadım saatlerdir, günlerdir, haftalardır.. Bir harfini bile silmeden yazmak var bu yazıyı ama.. Ama ellerim titriyor sanki.. Yanlış cümlelerden, imla hatalarından, büyük ünlü uyumuna uymayan kelimeleri kullanmaktan korkuyorum.. Cümlenin, öğelerine ayrılırken aslında ayrılamayacağını anlamasından korkuyorum.. Bu yazının asla bitmeyeceğinden, çünkü korkularımın hepsinin, senin olmadığın zaman dilimlerine ait olduğunu anladığım andan beri korkuyorum..

Aristo’nun “Dostluk bir ruhun iki ayrı bedende yaşamasıdır” derken, O’nun haklı çıkacağından korkuyorum ve giderken serçe parmağımı, sol dirseğimi, gözbebeklerimi, beynimin en çok çalışan, kalbimin en hızlı atan hücrelerini de alıp götürmenden korkuyorum.

Başka konuşacak kimsem olmadığından değil, sessizliğimi paylaşamayacağımı bildiğim için korkuyorum..Konuşmak zorunda olmadan, gözlerimi kaçırmadan, salt ben olarak, en çirkin halimle, en gerçek yüzümle, en mahrem sırlarımla, bazen de zavallılığımla baş başa kalmaktan korkuyorum..

Aklıma geldiğin anlarda, içim katılmasın diye bir şeyler yapmayı düşünüyorum, ama o anlarda aslında sadece bir kavanoz Nutella bulamamaktan, sabahları krep yapamamaktan, sinemaya giderken yılan jelibonlardan alamamaktan, bir kadeh rakının yanına koymak için saatlerce balık ayıklayamamaktan ve patlamış mısırlarımızı fazla tuzlayamamaktan korkuyorum..

Güzel bir filmi ikinci kez seninle izlerken dialogları tekrarlayamamaktan, o en sevdiğim sahneyi sırası gelmeden anlatamamaktan, aklıma geldiğinde ditektif diye bağıramamaktan, kendimi seninleyken olduğu gibi bir daha julia roberts gibi hissedememekten, sadece seninle kurduğumuz romantik-komedi dünyamızın dramatik bir filme dönüşmesinden korkuyorum..

Sadece alkışlandığım zamanlarda değil de; dünyanın üstüme geldiği anlarda da koluma girememenden korkuyorum, teklifsiz kefilini bulamamaktan korkuyorum günahlarımın ve yegane şahidini ve senin tarafından kalabalıkken övülüp yalnızken sövülemeyeceğimden korkuyorum, en derin yaralarımı sana bir daha kanatamamaktan..

Daha ben kendimi tam sevememişken beni karşılıksız seven, tanıyamamışken beni benden iyi tanıyan birinin varlığına inanamamaktan, bu kadar farklı olup da bu kadar aynı hissedememekten korkuyorum..

İhtiyaç duyduğumda müşfik kollarına atılamamaktan, göğsüne saklanamamaktan, bitkin başımı sana yaslayamamaktan, kanayan ruhuma merhem olamamandan korkuyorum.. Nedenlerini bilsen de ağlamam bitene kadar bekleyen anlayışlı, titreyen sesimi ve anlaşılamayan cümlelerimi dinleyecek kadar sabırlı, acımın tamamını yük edinebilecek kadar cömert birini bulamamaktan korkuyorum.. Ve ben ağladığım zaman, gözlerinden yaş gelebilecek başka kimsem olmadığından, gözyaşlarımda boğulmaktan korkuyorum..

En çokta sana, seni ne kadar çok sevdiğimi bir daha gösterememekten, hayatımda çok büyük bir şey olduğun için teşekkür edememekten korkuyorum..

Seni çok seviyorum be!.. Git de gel hemen..

27.11.09

Derken Birgün Bir Mısraya Takılıp Düştüm

Piyanoyla başlıyor titremeler bütün bedenimde benim, olmadı bir kemanla, bazen de o tenorun uzaktan uzağa gelen çığlığıyla. Dokuz sekizlik hıçkırıklar hissediyorum önce. Tınıların ciğerlerimi ağrıtan o acısının hemen arkasından gelecek olan fırtınanın resmine dair ipuçları, boya adları, fırça tipleri, paletteki kırmızının tonları var aklımda. Gözyaşının, her aşkın izlerini, bir başka aşkla yok etmeye çalışan milyarlarca insanın yıllardır biriktirdiği her şeyi paramparça eden bir şey olduğunu bilerek, yağmur gibi, dere gibi, şelale gibi ya da belki sadece aklımdan oluşturduğum, belki sadece düşlerimde yarattığım bir su birikintisi gibi, beni de içine çekmesini hayal etmekten iki adım öteye geçemiyorum binlerce kelimelik cümlelerimde.

İçimdeki susuz toprakları yaratanın kendim olduğunu bile bile, bundan kaçmak istercesine ve sorumluluğu başkasına yüklermişçesine meydana getirdiğim bulutları salıyorum üzerlerine. Dökülsünler, boşalsınlar, akıtsınlar ki bir parça daha ruh katsınlar. Sonra ağlıyorum, kayboluyorum damlaların içinde ve damlalarım kayboluyor yeryüzünün herhangi bir yerinde.

Benim sevmeme engel evcil acılarım var ve acıya dayanabileceğim bir de eşik değerim. Herkes de olduğu kadar ama. Geceyle baş başa kalamıyor, yürürken sol tarafımı boş bırakıyor, gülümsememin bir kısmını saklıyorum. Her biri endişeden. Uyuşturulmuş bedenler, oyuncak ruhlar, anti-depresan yüzler var yanı başımda ve kulaklarımda yüz yıldır yerleşik olan çığlığın ilk sahipleri gibi birikmişler etrafımda, parçalarımı almaya çalışıyorlar sanki. Buna engel olmaya çalışmıyorum, çünkü benim sevmeye engel evcil acılarım var. Uçaktan atladığımda bile peşimi bırakmayan, koşa koşa ormana girdiğimde bile peşimi bırakmayan, uçsuz bucaksız denizlerde yüzerken bile peşimi bırakmayan, yatağın altına girdiğimde bile peşimi bırakmayan..

Ben bu yeri arıyorum. Durmadan, koşar adım, şehirden şehre, rejimden rejime değişmeden. Gerçeksem üstüne, hayalsem ötesine dokunma arzusu içinde. Hem saçma hem de sütlü kahve tadında. Ve noktayı bekleyenin anlamaması için eklenmiş tonlarca gereksiz kelimeyle dolu bir yazı daha.

26.11.09

Fransız Şarabı, Böcek ve Kafka

Saçma sapan duygusala bağlayabilirdim bugün. Yorgunum. Uykusuzum. Kocaman bir stadyumun ortasında gol atılmış da herkes sevinirken ben onları izliyormuşum gibi sanki. Şaşkınım. İnsanların yaşadığı hayatları, içlerinde barındırdıkları değerleri izliyorum. Anlamlandırmaya çalışıyorum. Bunun için zorlanmıyorum ama sanki bir tarafından, ucundan ya da köşesinden zarar görüyormuşum hissine kapılıyorum. Ve aynı sayı doğrusunda zarar veriyormuşum gibi.

Kendime yabancılaşmaya başladım birkaç zamandır. Aşırı bireyselleşmenin vermiş olduğu bir yanılsama bu. Geçici. Bir anda her şeyden uzaklaşıp da kendinle baş başa kaldığın anda ortaya çıkan bir tür sanrılar dünyası. Her gün geçtiğin sokağa, kafanı bile kaldırmadan yürümekle başlıyor. Ve bir sabah uyandığında kör olduğunu fark edip, yine de bunu garipsemeden, her şeyin yerini bilerek, giyinip, çıkıp aynı yolda ilerleyip, aynı köşeden dönebilmeyi ve aynı arabaya binmeyi getiriyor beraberinde.

Daha sen kendini tanıyamazken, insanların seni anlamasını bekliyorsun. Üstelik yanlış anlaşıldığın da buna şaşırıyorsun. Kendini kendine bir katman daha yabancılaştırıyorsun. Sonuç olarak, elimizde “öz” olarak tuttuğumuz şey nedir? Eğer toplumsal değer yargıları, ahlak kuralları gibi haller ise onlara yönelik bir şey değil söylemek istediğim. Ama eğer kast ettiğim şahsın ta kendisi ise, kendi öz varlığını oluşturup da bu öz varlığa mı yabancılaşması mesele? Yine sorular getiriyor beraberinde. Mesela bu öz varlık statik midir ki değişime uğradığında bir yabancılaşma hissediyoruz? Mesela Kafka’nın Dönüşümü’ndeki Gregor’un bir sabah uyanıp da kendindi böcek olarak görmesi, onun kendine yabancılaşması mıdır? Kendin kendine ne kadar kendinsin ki?-ki asıl soru bu sanırım.

Bu sabah uyandığımda kendimi böcek gibi hissettim ama bunun değişik dinamiklere bağlı olduğunu biliyorum. Kendim diye kabul ettiğin iyeliğin asla statik olmadığını biliyorum. Ve her yeni durum karşısında oluşan yeni kendime olan adaptasyonumun, aslında kendime yabancılaşma olmadığını, sadece belirli bir süre için alıştığım kendimin eskide kaldığını düşünüyorum. Kader denilen ucu sonsuzluk olan kavrama tutkuyla bağlıyım. Ve kendimin gerçekte irade çekişmelerinden ve çakışmalarından oluştuğunu öğrendim. Ortaya benliğimi çıkardığını anladım. Kendim olmaya çalışmanın ise asla durağan olmayan bir ivmede ilerlediğinin farkındayım. Dolayısıyla kendime yabancılaşma tabirini haddi zatında reddediyorum ve o böceği güzel bir Fransız Şarabının yanında meze olarak yiyorum. Ve bu yazının sonunda, ilk paragrafa başladığım yerde olmadığım için kendimi biraz daha seviyorum.

29.10.09

Adım Adım

Birkaç kez aşık oldum. Bir keresinde yağmurun altında ağladım. Koşarken yere düştüm, yine kalktım. Şemsiyem uçtu. Peşinden koştum. Kendimden vazgeçtim sonra. Sonra da kendimden vazgeçmekten vazgeçtim. Cümlelerin başını süsleyip , sonunu unuttum. Unuttuğum sadece gerçeklerdi. Benim adı Aşık Veysel.

Aldattım. Bir dakikasında bile pişman olmadım. Ve ağlattım. Benim için gözyaşı dökenlerin yüzüne kezzap attım. Cayır cayır yanmalarını izlerken puro içtim. Dumanımı ciğerlerimin en derin yerinde sakladım. Kimse bulmasın, kimse kusmasın diye. Benim adım Brütüs.

İnsanlara umut verdim. Verdiğim umutları geri aldım, yarım baget ekmeğin arasına koyup yedim. Üstüne ağrı kesici içip uyudum. 19 yıl boyunca uyanmadım. Uyandığımda çürümüştüm. Benim adım Jan Valjean.

Az yedim, çok içtim. İçki ayırmadım bazen. Bazen de dans ettim türk sanat müziğinde. Bardaklar kırdım duvarlarda. Toplarken ellerimi kestim. Akan kanlar tüm bedenimi sardı. Benim adım Madam Despina.

Gözlerimi kapattım bazen. Karanlıklara gömdüm kendimi. Uzun koridorları arşınladım. Tırnaklarımla duvarları kazıdım. Çıkan sesten saç diplerim ürperdi. Gidip kestim. Dökülen saçları evimin bahçesine gömdüm. Benim adı Zorro.

Rüyamda Jim Morrison’ı gördüm. Sabah uyandığımda okyanus yıkadı beni. Doğruldum, birkaç şiir okudum. Birini hemen unuttum. Diğerini çayıma şeker diye kattım. Eridi. Son şiiri ezberledim. Son mısraya geldiğimde ağlıyordum. Benim adım Sensei-San.

Bana tepeden baktılar, bir aptal gördüler. Bana aşağıdan baktılar, bir Tanrı gördüler. Ve bana tam karşıdan baktılar, kendilerini gördüler. Benim adım Charles Manson.

Aynaya baktım. Tükürdüm yüzüme. Duvardan yere kadar uzadı salyalarım. Bir kelebek uçarken salyama takılıp düştü. Yerden aldım. Avuçlarımın içinde çırpınırken üstüne tükürdüm. Acı çekmesin diye değil, boğulan kelebek görmek için. Benim adım George Bush.

Sek sek oynayarak yalanlar söyledim. Herkese hikayeler anlattım. Çoğunu unuttum. Sonra da unuttuğumu unuttum. Diyar diyar gezdim. Türlü türlü insanlar tanıdım. Hiçbirini sevmedim. Sevmiş gibi yaptım. Sevişmiş gibi yaptım. Benim adım Nasreddin Hoca.

Hastalandım. Gözlerim kör oldu. Körebe de hep ben kazandım. Kötürüm kaldım. Uzun atlamada şampiyon oldum. Kaşarlı tostun arasına dilimi koydum. Dilsiz kaldım. Kafayı yedim. Beynimi oltama yem yaptım. Kalbim kırıldı. Direk çöpe attım. Acılarımla beslendim. Benim adım Quazimodo.

İsmimin anlamını bildim bileli güldüm. Her mevsimde, her havada, her şartta değişen, bir gözyaşı tanesiyle açılan, siyah boğazlı bir kazakla kapanan bir renktim ben. Renklerin içinde asla gerçek tonunu tutturamayan tek renktim. Bütün renkler bendim. Asıl adım Ela idi.

11.10.09

Haşmet, Reha ve Ben

Gece hayatından uzak kaldığım haftalar boyunca düşündüm de, bir eksiklik gediklik var mı diye..yokmuş! Dün akşam çok sevdiğim birinin deli gibi kalabalık doğumgünündeydim. Aklımın alamayacağı kadar çok insan, çok alkol, çok entrika, çok dedikodu, çok çok çok… içtim :)
Enteresan olan hiçbir şey değişmemiş. Hala sevgilisi olanlara fesat gözlerle bakılıp, yalnız olanlara sinsi sinsi yanaşılmaya çalışılıyor. Ve toplumun –zaten bildiğim- korkunç ikiyüzlülüğüyle bir kez daha karşılaştım. Kadın ve erkek arasındaki ayrım, sanırım modern hayatla beraber daha da kocaman bir boşluk haline geliyor gün geçtikçe. Bahsettiğim konu çapkınlık. Aslında çapkınlık bir ihtiyaçtır, bir nefes, bir moladır. Ama türleri var tabii. Zararlı olanları, zararsızları ve gereksizleri.
Kadınlar birkaç bakış attığında etrafına hala farklı algılanıyorlar ve erkekler bunu yaptıklarında hatta işi çok çok daha ileriye götürdüklerinde itibar sahibi oluyorlar. Erkeklerin çapkınlık nedeni aslında özgüven eksikliğinden gelir. Daha çok beğenilmek, daha çok ilgilenilmek, çevreleri tarafından konuşulmak isterler. Ama kadınlar farklıdır. Onlar şefkat, sevgi çapkınıdır. Hiçbir erkek gereksiz bir kadınla bir gece geçirdim diye üzülmez, bunu dert etmez. Bu kadınların pişmanlığıdır. Bir geceden fazlası olmayan yani one night stand bilemedin two night stand ilişkilerde erkek bir artı daha kazanırken, kadınların hanesine eksi yazılır.
Gözlemlediğim kadarıyla, güzel bir kadını karşısına almayı başarabilen erkek çok fazla konuşmuyor. Genelde anlamlı anlamlı bakmaya çalışıyor ve kadının garson modelliğini üstlenerek sürekli içkisini tazeliyor. Gözlerinin içine bakıyor. Ama karşısında çirkin bir kadın varsa, zaten ceptedir güvencesiyle daha çok konuşup esprilerine espri katarak kadını daha da hayran bırakmaya çalışıyor kendisine. İçki falan da ısmarladığı yok. Kendisi daha fazla içmeyi tercih ediyor. Şu abuk subuk “çirkin kadın yoktur az votka vardır” baskılı t-shirtleri giyen tiplemeler bunlar.
Neyse kendime barda nihayet bir yer buldum ve oturdum. İşte saat 2 ye falan geliyordu. Konu konuyu herkes de iyice bir açmış. Kadınların en büyük sırlarını açmaya başlamışlar bile. Ah ahhhhh ne büyük hata!! Eski sevgili konusu erkek için dayanılmaz bir fırsattır. Konuyu illa ki döndürüp dolaştırıp oraya getirirler ki zayıf noktadan vurup, verdikleri o birkaç saatlik yoğun şefkatle amaca ulaşabilsinler. Ve benim zayıf bünyeli kadınlarım, birkaç shot ardından hep bunu yerler. Neyse iyice kulak kabarttım. Durum aynen yukarıda bahsettiğim şekilde erkek için emin adımlarla ilerliyor. Ha bu arada avcı, avının tuvalete gitmesinden istifade etrafa “ben bu kadınla değilim yanlış anlamayın, aslında boştayım” bakışları da fırlatmayı ihmal etmez. Ben de tabii bundan nasibi alıp Baileys’ime gömülme, telefonla konuşma numarası ya da ben aslında sizi değil arkanızdakileri dikizliyorum numarasını bol bol yaptım.
Sonuç mu? Kadın tuvaletten geldi ve adam kadını taksiye bindirmek için gidip bir daha hiç gelmedi. Ben çok eğlendim dün gece. Bu bahsettiğim mevzuların yarısından fazlası, birden fazla kişiyle başıma geldi. Hepsine Raid sineksavar sıktım gülümseyerek ve huşu içinde evime geldim. Bir Pazar klasiği olarak, ben annemle kıymalı börek yerken o kadının kendini başının etini yediğini düşündüm. Pehhh! Eski romantiklerden bir Haşmet, bir Reha bir de ben kaldım valla..

4.10.09

Yrm Ymlk

Sabah alarm çaldığı anda yarısında kapattım ve fırladım yataktan. Yarım bardak kahve içip çıktım evden. Kapının üstünü kilitledim, altını unuttum. Tek pabucumun bağcığına basarak bindim dolmuşa. Yolun yarısında oturdum. Kitabımın beşinci sayfasında da iniverdim. Yoldan bir kahve daha aldım. Şekerleri kasada bırakıp çıktım. Ofise yürüdüm sakin sakin bir sigara yakıp. Aniden telefonum çaldı ve sigaramı yarısında atıp hızlandım. Bu sırada yağmur bastırdı. Birkaç yudumdan sonra buz gibi oldu kahvem. Onu da savurdum bir çöp konteynerine. Islandım çok. Bir taksi çevirdim boş olan tek elimle. Bindim. Kısa sürede indim. Arkadan arabalar sürekli korna çaldığı için para üstünü almadım.
Merdivenleri ikişerli indim. Masama oturdum. Birkaç telefon konuşmasından sonra kahvaltı söyledim. Yarısı zeytin ezmeli diğer yarısı sürme peynirli simit. Bir parça yedikten sonra işe daldım. Simitler öylece kaldı. Çayımın şekerini bir saat sonra karıştırdım. Şekerler erimedi. Bir doğum günü mesajı atmak istedim, ama bir sürü mail geldi. Mesaj yarım kaldı.
Tuvalete girecek fırsat buldum. Tesadüfen Uykusuz buldum tuvalette. Bir sayfa okudum. Mutluluktan kendimden geçmişim. Kapıyı vurdular. Hüzünlü bir şekilde dergiyi yarıda bırakıp çıktım.
Bir ara gözüm camdan dışarıya takıldı. Hava kararmış. Günü, gündüzü, güneşi yine kaçırmışım. Çıktım işten. Yolda küçük bir çocuk mızıka çalıyordu. Onu dinledim. Parçanın en sevdiğim yerinde otobüs geldi. Bindim. Yolun yarısında oturdum. Ne dergi açtım, ne de kitap. Yollar bile kısalmış sanki. Bir anda evde buldum kendimi.. Duş aldım. Saçlarımı duruladım mı emin değilim. Annemle konuştum biraz. Yemek yaparken yarısında telefon çalmış. Sohbete dalıp dolmayı yakmış. Odama geldim öylece. Pijamamın üstü farklı altı farklı. Oturdum yatağın kenarına.
Çay demlemeye, hayal kurmaya, aşık olmaya, cesurca bağırmaya, basıp gitmeye korktum. Yarım kalır diye. Öylece durdum. Yarım yamalak. Bu yazıda sanki yetmedi içimdeki yarım kalan boşluğa. Sanki yarıda kaldı.

27.9.09

Bilimsel Olmayan Bir Yazı : İnsan Türleri

Kaç kişiyiz? Beş milyar mı altı mı, daha mı fazla? Güvenmiyorum nüfus sayımlarına. Çokuz sadece bunu biliyorum. Ve çok çeşitliyiz. Gazetelerin en arka sayfalarında, hani “dünyadan” başlıklı yerde, her gün yeni bir böcek türü bulundu deniyor ya da kunduz türü ne bileyim penguen ya da. Ama penguen olmaz, onların soyu tükeniyordu 4. sayfada onlar :)
Bence her gün yeni insan türleri çıkıyor. Zamanı gelince de soyları tükeniyor elbette. Nedenlerini sonuçlarını bilebiliriz, anatomik ya da astrolojik olarak inceleyebiliriz, varoluşlarını iklim değişikliğine bağlayabiliriz ya da sadece uzaktan izleyebiliriz. Temelde iki tane “meşru” olarak düşündüğümüzde. Kadın ve erkek. Ardından alt kolları onların da alt kolları ve onlarında ve ve..
Bugün evden çıkmayacağımcılar-evde oturmaya tahammülüm yokcular, sisteme karşı çıkanlar-sistem analizinden vazgeçmeyenler, diziciler-sinemacılar, ne oldumcular-bir bok olamadımcılar, alıcılar-vericiler, youtubecular-facebookcular, romantikler-aromantikler-aromatikler, ne olduğunu bilmez krizlerin eşiğinde olanlar-ne olduğunu bilmez farkında olmazcılar, anakuzuları-motherfuckerlar, veresiyeciler-peşin satanlar vs vs..
Bu cumartesi gecesi yine bazı evlerin ışıkları yanıyor, bazılarının ki uzun saatlerdir kapalı.. Bazıları da yanıp sönüyor ara ara. Acaba hangisinde yukarıda saydıklarımdan bir ya da ikisi sohbet ediyor ve acaba ne konuşuyorlar?.. Merak içindeyim.

26.9.09

Genelde Genellemem

Bir fıkraya göre cennette polis İngiliz, aşçı Fransız, araba mekaniği Alman, organizatör İsviçreli, sevgili de İtalyan olurmuş. Cehennem de ise aşçı İngiliz, polis Alman, araba mekaniği Fransız, organizatör İtalyan, sevgili de İsviçreli. Ne demek istiyor bu fıkra bize, pek de komik olmayan bu haliyle? Genellemeler hayatımızın her alanında var, ve bizi etkisi altına alıyor. Çünkü gerçekten biliyoruz ki bir İtalyan sevgilin olursa sırtın yere gelmez :)
Neyse konumuz bu değil. Genellemeler dediğimiz şey nedir aslında, deneyimlerimizin ya da anneannelerimizin bize öğrettiği önyargı topakçıkları değil mi?.. Kanımca bizi çoğu zaman iyi hissettiren, bazen yanlış yollara sürükleyen, kimi zamanda haklı çıkaran öbekler bunlar. Genellemeler değişkenlere bağlıdır. Hayatımızda karşımıza çıkanlar ise tamamen yanlı düşündüğümüz değişkenlere bağlıdır. “Erkekler çapkındır”.. Eğer aldatılan bir kadına sorarsan bunu, kesinlikle katılır. Aldatılmamış ya da aldatıldığından haberi olmayan kadına sorduğunda, durumu profesyonelce tartışır ve sonuçta reddeder. Ve aldatan kadına sorarsan çekimser kalıp gülümser ve ardından feminist tavırlara bürünüp kadın-erkek eşittir, herkes isterse çapkın olabilir diyerek konuyu kapatır. Yani aslında genelleme dediğimiz şey külliyen yalandır. Tabii bu tamamen benim fikrim, bir genelleme yok :)
İşte bazen, hepimiz bu genellemelerin ardına saklanıp mutluluğu ararız. Ya da daha doğru bir anlatımla, genellemeleri genelde kabul ederek, genellemeyi yaratan kitlenin içine dahil olmak isteriz. Mutsuz ilişkiler yaşamış bir adamın, sıradan olmayan bir kadına yaklaşımı nasıl olur mesela?.. Veyahut nasıl olmalıdır?.. Kendini koruyarak elbette.. Her canlının doğasında olan bir şey bu. İlk kez ateşi ya da tekerleği bulan toplumlar kadar olmasa da, bir yabanilik hatta aksi bir ukalalık olması normaldir. Çok kadın gördüm ben havaları, kadınlar aslında zeki değildir, kadınlar duygusal yaratıklardır, kadınlar kötü araba kullanır, kadınlar şöyledir böyledir….
Artık sempatik tavırlar bir işe yaramıyor. Maymun gözünü açalı iki milenyum geçti. Tekerlek dönen bir şey, ateş yakan ve kadın düşünen..Sevgiler..

21.9.09

Pasım Var by Koray&Ela

Adaya gidesim, ama vapura binmeyesim var
Kapımda paspasım, ama çamurlu ayakla içeri giresim var.
Hiç bilmediğim bir şarkıyı dinleyesim ama beğenmeyesim var.
Patlıcan salatası yapasım ama benim keşfimmişcesine hava atasım var.
Nargile içesim ama öksürmeyesim var.
Bu yazıya mana katmak adına saçmalıyasım ama sonunda beğeni isteyesim var.
Yeşil erikten nefret edesim ama güzel bir kutuda ikram edesim var.
Kırmızı güllü demetlerin dikenli sapı gibi acıtasım ama kansız beslenesim var.
Can sıkkını günlerimin eksik dakikalarıma eklenmesini ama geçmişi hatırlatmamasını rica edesim var.
O eski şarkının adını unutsam da sabile dediğimde herkesin hatırlamasına gülesim var.
İkea’dan yaratıcı fikirlerle dönesim ama hiçbirini yapmayasım var.
Bütün bu yazılanlara bakınca ne gerektiğini bilsem de eczaneden bir tek pastil alasım var.


İşe gitmeyesim ama çok para kazanasım var.
Kahveme süt koyasım ama inekleri sağmayasım var.
Sigarayı bırakasım ama patlıcan tarlasında yaşayasım var.
Bu yazıyı yazmaktaki amacı tartışasım, ama bir sonuca varamayasım var.
Geceleri yatağımda takla atarak yatasım ama sabah kalktığımda saçlarımın bozulmadığını göresim var.
Güzel zamanların ağır ağır geçtiğini göresim, ama unutulmayan anların kötülerden oluştuğunu bilesim var.
Gerçeklerin acı baklavanın tatlı olduğunu bilesim, ama şerbetli tatlılardan yemeyesim var.
Şehir hayatından sıkılasım ama farmwille’den de kurtulasım var.
Ve bütün bu yazılara bakınca ne gerektiğini bilsem de pastilinden bir tane isteyesim var.

Uyuyan Güzel

Ben uyurken, zaman kavramım da kendini yemiş bitirmiş. Dakikalar, anlar, saatler günde uyuduğum birkaç saatin, çalıştığım yirmi saatin etkisiyle çabucak geçmiş. Ya da bana öyle gelmiş. Yorgunluktan bakamadığım yüzler, çeviremediğim kitap sayfaları, yiyemediğim anne yemekleri sanki bana sırtını çevirmiş.
Ben uyurken zaman akıp gitmiş. Elimde Radikal Gazetem ve iki haftada anca bitirebildiğim “haftalık” Uykusuzum ile yollara dökülürken, ne çok şey olup bitmiş hayatımda benden habersiz.
Ben uyurken, Cem Garipoğlu “yakalanmış”. Şimdi kemik yaşı hesaplanıyormuş. Bir de Münevverin başını sanırım kız daha canlıyken kesmiş. Her kanal canlı bağlantılarla sakallarını tartışmış. Testeresi kaç dişli, kaç bıçak darbesi var detaylarını henüz öğrenemedim, onu da kızın ailesine film teklifinde bulunan yapım şirketinden öğrenirim artık diye düşünüyorum !?!..
Ben uyurken, Bekir Coşkun Hürriyet’ten istifa etmiş. Nasılını nedenini bilemem, bilemeyiz de.. Birileri çok sevindi, birileri sessizce tepki verdi, kimileri susturuldu, kimileri hiç konuşmadı bile. Bekir Abi yine yazacak, yine birileri okuyacak, yine birileri görmezden gelecek, yine birileri sayfayı çevirecek, Bekir Abi yine yazacak…
Ben uyurken, sular İstanbul’un yarısını alıp götürmüş. Hayat veren su, bu sefer bir sürü can almış. Çoluk çocuk sokaklarda kalmış herkes. Birkaç korsan bulduğu eşyaları satmış, birkaçı da bunları da almış. Millet olarak fırsatları her zaman iyi değerlendiririz biz. Neden buna bu kadar bu kadar tepki veriliyor ki, bu bizim kanımıza işlemiş. Bugünler çabuk geçiyor, yarınımızı düşünmemiz lazım !?!
Ben uyurken, koskoca Ramazan bitmiş bayram bile gelmiş. Herkes hazırlıklarını yapmış, çarşı pazar şeker alışverişleri bitmiş, taksi de gece tarifesi kalkmış, Eda Taşpınar ve Nurettin Hasman ayrılmış..
Ben uyurken, en yakın arkadaşım askere yazılmış. Kasımda gidiyormuş. O gün beni defalarca aramış meğer, ama benim çok önemli işlerim varmış!?!.. Oyuncu çalışmaları, kostüm provaları, set saatleri, çekim mekanları .. En azından gittikten sonra öğrenmedim..
Ben uyurken, annemin doğum günü olmuş. 57 yaşını bitirmiş meğer. Ne çok an yaşamış, ne çok şey görmüş, ne çok şeyi halletmiş hayatında, ne az soru kalmış kafasında, ne çok sevdirmiş kendini.. Ne kadar daralmış zamanımız, biriktirecek ne kadar az anımız kalmış..
Ben uyurken, hayatımın senkronu kaçmış. Yeni filmler çekilmiş, yeni kitaplar yazılmış, yeni bebekler dünyaya gelmiş, birileri yine ölmüş. Uyandım ya şimdi, tekrar bir uyuyasım var..

27.8.09

Ve birgün farkettim ki..

Günler günleri kovaladı ve ben artık insan içine çıkma kararı aldım – aldırıldım – birkaç gün önce. Bir iki bir şey içmeye çıktım en yakın arkadaşımla. Hani bahsetmiştim ya beni benden iyi tanır diye. O işte. İçimden geçenleri benden önce söyler, yorumlar, süsler, örneklendirir, ispat eder ve konuyu kapatır. Tek kelime etmene gerek kalmaz çoğu zaman. Nasıl ki tuvalette falan kendi kendine konuşursun dergi okumuyorsan, onun dışavurumu. O viski içti, ben omzum tutulduğu için kas gevşetici içtim. Yanında da limonlu soda :)
Ağırlıklı olarak ben konuştum geleneklerimizi bozmayarak. Çoğunlukla çok olumsuzdum tıpkı bloguma gelen şikayetlerdeki gibi. Bu aralar böyleyim ne yapayım. Hiç bana uymayacak şekilde yakındım, şikayet ettim, lanet ettim, kendi kendime kavga ettim, hızlı giden arabalar ya da tecavüze uğrayan kediler yüzünden bile kendimi suçladım vs vs.. Kısacası çok sıkıcıydım ve evde kalmalıydım savımı yineledim. Arkadaşım dördüncü viskiye kadar katlandı bu duruma, haklı – haksız olduğum noktaları söyledi sabırlı bir şekilde. Detaylara girdi, başka taraflara çekti konuları. Ama son içkisinde durdu, sustu ve beni karşılıksız bir şekilde sevdiğini söyledi. Tam da sustuğum ve insanları izlediğim bir andı. Dedi ki; annemi, babamı, kardeşlerimi, diğer arkadaşlarımı, hemen herkesi bir karşılığı olduğu için seviyorum. Çok düşündüm ama seni sevmem için ne bir sebep buldum ne de bir karşılık.
Onu yıllardır tanırım, birçok konuda beraber büyüdük. Onu iyi tanıdığımı da biliyorum üstelik. Ara ara böyle laflar eder ama bu kadar çarpıcı (en azından şu zamanda beni çarptı) bir laf ettiğini duymamıştım. Geçen gün yazmıştım ya hani koşulsuz, karşılıksız, ehlileştirmeden falan birini sevebilir misin diye. O geldi aklıma, çünkü ben karşı çıkmıştım bu duruma. Yazdıklarımın çoğu kadın-erkek ilişkileri, aşk meşk üzerineydi ama bir dostluk hikayesi üzerinden düşünmemiştim olayı. O şekilde kurcalamamıştım. Hiçbir şey demedim o gün ona. Ne evet ben de diyip doğruladım, ne de hayır böyle bir şey olmaz olamaz diyip karşı çıktım. Sustum sadece..
İdrak kapasitemin çalışma süreci birkaç günü buldu tabii ki. Ama bu günleri boşa geçirmedi. Herşeyi en baştan aldım ve öncelikle onu neden sevdiğimi düşündüm. Ya da onca insan varken etrafımda neden en yakınım, her şeyi paylaşabildiğim tek insan o dedim kendi kendime. Üstelik hemcinsim bile değil. Hani kızların en yakınları hep kızlar olur ya, ya da tam tersi.
Çünkü onunla her şeyi istediğim kelimeleri kullanarak konuşabiliyorum. Kendimi kısıtlamıyorum ya da kibarlık yapmak zorunda kalmıyorum. İçinde bulunduğum en komik ya da kimi zaman gurur yaptığımızdan içimize attığımız olayları yaşadığımda, ben hemen telefona sarılarak ona anlatıyorum. Yanında ağzım açık uyuyabiliyorum, canım günlerce duş almak istemezse bunu ona söyleyebiliyorum çekinmeden, utanmıyorum ya da yanında ağlamaktan, üzülür mü diye düşünmüyorum onu görmek istemediğimi söylerken, çünkü biliyorum ki o da zamanı gelince bana söyleyecek. Muayyen günlerimi bilmesini, a derken b’yi kast ettiğimi anlamasını, kendime güvenmediğim anlarda ona güvenebileceğimi bilmeyi, en sevdiğim filmi benimle defalarca izlemesini, yan yana iken konuşmak zorunda olmadığımızı bana hissettirmesini ve en soğuk kış gününde bile açık havada oturmasını seviyorum. Ve söylemesem bile onsuz bir hayatın benim için ne kadar zor olacağını bilmesini seviyorum. Ve bunları düşündüğüm zaman, karşılığı sadece yüzümde tebessüm ise ve bunun onun yüzünde de var olduğundan eminsem bence ben de onu karşılıksız seviyorum.
Bu yazıyı şöyle afili bir cümle ile bitirmek isterdim yine ama içimden gelmiyor. Sanki bu sefer gerek yokmuş gibi..

24.8.09

Kibritçi Kız'ıma..

Bir zaman bir yerde yazdığım bir yazıda söylemiştim en sevdiğim hikayenin Kibritçi Kız olduğunu.. Bunu kurcalayanlar, kendince irdeleyenler, bana durmaksızın soru soran bir kesim için bu yazı. Kesinlikle planlamamıştım :)
Bu hikayeyi neden mi seviyorum?.. Çünkü ben hala hayal kurabiliyorum. Çünkü kendimi bu hayallerin gerçekleşebileceğine de inandırabiliyorum. Bir atımlık kurşunu yoktur hayallerin. Dilediğince, sınırsızca, koşulsuzca kurarsın çünkü. Özgür olabildiğin tek yer belki de orasıdır. Hayallerinin büyüklüğü kadar özgürsündür ya da. İstediğinde bulutların üstüne çıkar orada tepinirsin, ya da yerin dibine inip lavların arasında gezinirsin.. Metaforik bir dünyadır aslında hayallerin.
Kibritçi kız da bundan fazlasını yapmadı ki.. Her çaktığı kibrit de güzel masalsı bir düş gördü. Kibriti söndü, o yine yaktı, yine söndü, yine yaktı.. Yağan kara, evdeki üvey babaya, yalnızlığına, çaresiz bakışlara, gecenin karanlığına rağmen üstelik..
Başlarda isyan ettim bu ne biçim bir masal, çocuklara anlatılacak şey mi bu? diye.. Ölmemeliydi çünkü sonunda, biri yardım etmeliydi ona. Bir el uzanmalıydı, bir çaresi olmalıydı.. Ama bugün otuz yaşıma çok az kala anlıyorum ki ölmeliydi. Çünkü hayat masallardan çok farklı. Çünkü her gün sokaklarda yüzlerce kişi ölüyor. Çünkü zaman ilerledikçe hepimiz hayallerimizden ödün vermeye başlıyoruz. Ve kibritçi kızın da bize bunları anlatmak için öldüğünü anlıyorum artık.
Ve öğrendim ki insanı ne olursa olsun hayata bağlayan en önemli şey hayalleri, heyecanları ve tutkularıdır. Bunlardan biri bile kalmamışsa son kibriti de çakmışız demektir zaten..

23.8.09

Alt Üst Meselesi

Hani bazı normlar vardır. Toplum tarafından kabul görmüş, yapmayanı ya da yapanı yuhaladıkları, olmazsa olmaz işler.. Ne bileyim belirli bir yaşa gelen birini illa ki evlendirmek isterler. Çünkü yaşı gelmiştir artık yirmilerinin sonuna, işini gücünü askerliğini de yapmıştır. E başka ne yapacak ki bu hayatta evlenmek dışında?.. Ya da asla ve asla yapılmaması gereken şeyler vardır. Yanlış anlaşılmasın benim bahsettiğim, insanlık adına yapılması gereken şeyler değil, yani kör birini karşıdan karşıya geçirmek ya da hamile bir kadına otobüste yer vermek gibi değil. Bunlar, insaniyetle ya da vicdanla alakalıdır ki eminim hemen hepimiz bunlara uyarız. Ama çok yorgunsam bazen güneş gözlüğüyle uyuma numarası yapabiliyorum otobüste:)
Her neyse konuyu çok dağıtmadan, kısacası dogmalar diyeceğim ama biraz katılaştırır durumu sanırım. Yaşla, zamanla, rollerle, kimliklerle bizim için yapılması zorunlu öngörülen işler.. Neden var bunlar?.. Kim demiş 35 yaşında evlenmeyen bir kadın evde kalmıştır diye…!! Ya da neden evlenmeden çocuk yapamıyoruz ya da yapana neden kötü gözle bakılıyor?.. Ben bunların tamamen yanındayım ya da karşısındayım gibi bir duruşum yok. Yazılarımdan bohem bir kişilik olarak algılanmak istemem ama kati kurallar canımı sıkıyor sadece. İlla ki yap ya da yapma denilen şeyleri özellikle yapmak istiyorum bazen doğru yanlış umursamadan.
Mesela sünnet meselesine de çok takılırım. Tamam duyduk okuduk biliyoruz ki temizlik için yapılan bir şey. Ama ya sünnet edilen kişileri birçok şeyden mahrum ediyorsak fark etmeden? İnsanlar yaşı ilerledikçe temizliğine özen gösterir elbette, çocuk yaşlarda bunu başaramıyor olsa da. Ama ya bir kadınla çok daha büyük hazlar alabilecekken, kaybettiği parçası ona bir oyun oynamışsa?.. :) Sormadan etmeden kesip alıyorlar bir de düğünlü dernekli çok güzel bir şeymiş gibi kutluyorlar garip garip kıyafetlerle. En azından yaş kemale erince tercihli bir şekilde yapsınlar ne bileyim.
Kaldı ki ben geleneklerin çok da yok olmasını isteyen biri değilim. Mesela bayram kahvaltılarını severim, gariptir ama cenazeleri de severim.. Tabir-i caizse gavur adetlerine öyle özenmem pek. Sadece şunu düşünüyorum; dayatılan bu yaptırımlar ya gerçekten mutlu olmamızı engelliyorsa? Bizim biz olmamıza engel oluyorsa?..
Çok uç bir örnek vereceğim. Evli bir adam, genç yaşta evlenmiş çoluğu çocuğu olmuş aradan da geçmiş 15 sene. Aşk, yerini saygıya huzura bırakmış ama birgün aşık olmuş başka bir kadına. Ne yapmalı şimdi bu adam?.. Kırk yaşlarında üstelik. Daha önünde yaşayacağı onlarca yıl var ya da yok bile. “Sevgi emektir” diyip aşkını kalbine dönüp gitsin mi?.. HAYIR!!!! Hayat belki ona bir şans daha sundu, belki son şansı midesindeki kelebekler için.. Ama toplum aldatmak için ya da eşini bırakmak için ne der?.. Bunları düşünür ve fırsatı tepip yuvasına döner, hala orası onun eski yuvasıysa tabi..
Sadece bazen değişimler karşısında korkuyoruz. Değişen dünyalar başka dünyaların da temellerini atar. Yeter ki biraz cesaret, biraz kuvvet, bir tutam sabır ve az biraz da bilgeliğimiz olsun hayata dair.. Hayatımız alt-üst olur diye korkmayalım.. Elif Şafak’ın dediği gibi hayatımızın altının üstünden daha iyi olmadığını nereden biliyoruz? ..

22.8.09

-e rağmen Çözümleme

İyi günde ve kötü günde, sahiplenmeden, koşulsuz, nedensiz, beklentisiz, değiştirmeden, ehlileştirmeden hatta kendine rağmen insan sevebilir mi birini?!!..

Bir insan sever. Hem de çok sever. Ama sahiplenmeden sevgi nasıl olur ki? Ya da sahiplenmek kötü bir şey mi? Kadınlar neden kendilerini sahiplenen erkeklere daha büyük tutkuyla bağlanıyorlar peki?.. Sahiplenmek korumaktır diğer bir deyişle. Korunmak güdüsüne karşılık bulmaktır. Emretmek değildir ya da dediğini yaptırtmak. Başkasına yan gözle baktığında gözünü oymaya çalışmak da değildir. Gök gürüldediği zaman sarılmaktır sahiplenmek. Yaptığı kötü yemeği, Fransız şarabında marine edilmiş ördek gibi hayal etmeden yemektir. Onun yaptığını bilmek yetmelidir çünkü. O, kilolarından utanarak yolda yürürken elini tutmaktır sıkıca.
Koşulsuz evet denir mi her lafa, her söze, her yüze?.. Bulunduğun koşulları önemsemeden yürünür mü göz göze?.. Ne zor.. Koşullar ona aylarca git dediğinde ardında beklemek, sana sus dediğinde yutmak, gül dediğinde ağlamamak, yok dediğinde yaratmak olursa sevgi için ne zaman, ne derman ne de umut kalır. Bugünü düşünüyorum elbette, bugünü düşünmek zorundayım. Leyla ve Mecnun çözümlemesi değil ki bu hayat.
Nedensiz sevebilir misin birini?.. Nedensiz seversen eğer herkesi sevmen gerekir. Ama sen O’nu sevdin. Bir nedeni var ki sevdin. O olduğu için, kırmızıyı sevdiği, şort giydiği, yemek yaptığı, sana öyle baktığı için sevdin. Neden diğerini sevmedin?.. Çünkü o, yağmurdan rahatsız olup şemsiyesini açardı..
Beklentiler ise zamanla oluşur. Zamanla kocaman olur hatta. Beklenmedik anda çıkar beklentiler üstelik. Bir zamanlar telefonla konuşmak için tuvalete gitme numaraları yaparken, zamanla günde bir defa sesini duymak yeterli olur. Ama bir tarafa yetmez asla. Bunlar beklentiye dönüşür zamanla ve çoğunlukla da karşılıksız kalır. Beklenti de kötü bir şey değildir ki. Seven insan bekler. Daha çok sev ister, daha çok gel, daha çok konuş , daha çok dokun, gül, umursa, ilgilen .. Bunlar ilişkiyi pekiştirir aslında doğru kullanırsan. Dibine kadar, dolu dolu yaşamanı sağlar. Yaşadın mı da efsane yapar..
“Kendi kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen, başkalarını değiştirmeye çalışma da şansının ne kadar az olduğunu anlarsın” der Voltaire. İstese de istemese de kimse kimseyi gerçek mealde değiştiremez zaten. Zaten değiştirmemelidir de. Sonuna kadar karşıyım buna. Böyle sevdin beni. Kel kafamla, koca ayaklarımla, ellerimle yediğim balıkla, yalanlarımla, rüyalarımla.. O zamandan bu zamana bir şey değişmedi ki.. Hala ayakkabı bulamıyorum ayağıma göre, ya da restaurantta hala garsonlar bana bakıyor kılçıkları ayıklarken. Değişen ben değilim ki..
Ve cümlenin en anlamlı kısmı sanırım : Kendine rağmen birini sevmek.. Yukarıda yazdığım her şey değişebilir. Koşullar değişir, beklentiler yerini huzura verir, nedenler zamanla gülümsemene neden olur, değişimlere de alışılır.. Bir insanın en büyük düşmanı yine kendisidir kanımca. İçinden gelen, o susmayan sesler vardır ya hani.. Bütün kötülüklere, günahlara çağıran seni.. Bir an kanını donduran, bir an şelaleler gibi akmanı sağlayan.. O ses susmaz. Susmadıkça da –e rağmen olmak zorundadır.
Bu sorunun cevabına yorum yazmayacak kadar mutlu, inanmış, hayalperest, ve hatta kendim-e rağmen güvenmiş olmak isterdim ve buradan uçuşan kalpler göndermeyi dilerdim herkese.. Deneme-yanılmalar bitmez elbette ama yalan söylemeye kalkan birinin önce kendini inandırması gerekiriyor sanırım..

15.8.09

Hani Olur ya..

Hani asansör boşluğuna düşerken bir ürperme gelir ya içine, hani çok iyi bildiğin bir şarkının sözlerini unutursun aniden, hani bütün mevsimler kışa döner ya birden, hani bir tabak pilavın içinden tek bir taş parçası çıkar, hani hapşırırken bir an kalbin durur ya, hani çok açken bir saç teliyle bütün iştahın kapanır ya, hani kendi dilini konuşamazken yeni diller öğrenmeye kalkarsın ya, hani uğruna ödenmeyecek bedel yokken birden kapının arkasına saklandığını hissedersin ya, hani her filmin kahramanı sen iken birden yoldan geçen figüran olduğunu fark edersin ya, hani bir yağmur tanesi araba camından sakin sakin akar ya, hani dakikalar bir ömre bedel denir ya, hani kırlangıçlar 6 ay yaşar ya, hani dünyanın her yerini görmek istersin de markete gidemezsin ya, hani her yaz geldiğinde geçen yaz ne giydiğini düşünürsün ya, hani seni senden iyi bilen biriyle konuşur da üzülürsün ya, hani arkanı dönüp giderken, gitme diyen birini bırakmazsın ya geride, hani bir tek senin oturduğun yere güneş gelir ya, hani en sevdiğin filmin ancak sonuna yetişirsin ya, hani yola çıkmalı diye düşünürsün ya sabah uyanınca, hani saçında ilk kez beyaz bir tel görürsün ya, hani ıssız bir adaya düşsen yanına ne alacağını bilemezsin ya, hani biri ölünce söyleyecek birşey bulamazsın ya, hani en sevdiğin hikayenin kibritçi kız olduğunu anlarsın ya, hani en parlak yıldız gözünün önünde kayıp gider ya, hani çok seversin de kaçmak istersin, hani çok şey söylemek istersin de susarsın ya, işte bu aralar böyleyim..

14.8.09

Klon Hayatlar

Acaba kimse düşünmüyor mu bu hayatı kaç kişilikli yaşadığımızı? Kaç kadınız, kaç erkek, kaç çocuk, kaç ruhuz.. İçimizdeki sesleri hep bastıran mıyız yoksa çığlık çığlığa bağırtan mı?..
Kimse inkar etmesin bazen cenazenin ortasında gülmek istediğini ya da bir toplantıda karşı sandalyede oturan adamın kol kaslarını düşündüğünü.. Arkadaşının düğününde hüzünlenmediğini ya da gülümserken içten içe ağladığını..
Bu hayatta çok kimlikle yaşıyoruz. Rollerimize göre değişiyor belki de.. Anne olmak şefkati getiriyor patron olmak ciddiyeti.. Peki ama neden bu kadar ödün veriyoruz ruhumuzdan?.. Ya da bunlar birer ödün mü emin değilim.. Her zaman , her istediğini, istediğin yerde yapamaman bir olgunluk olarak nitelendirse de, ya da bizi çocuk, kedi, köpek olmaktan ayırsa da ben bazen sıkılıyorum ya. Bazen sabahlara kadar hazırladığım raporları uçak şeklinde sunmak istiyorum patronuma ya da canım sıkkın olduğunda gizli gizli tuvalet köşelerinde değil de yolun ortasında oturup, ellerimi yerlere çarparak bağırarak, küfrederek ağlamak istiyorum, umursamadan kimseyi. Sıkıcı bir konuşmanın ortasında karşımdakine bir tokat atıp yeter sus demek istiyorum kimi zaman, sıkıldım, başım şişti sus artık demek.. Ama yalandan konuya dahil olarak geçiştiriyorum bu kıymetli zamanları. İkiyüzlülük mü bu ya da samimiyetsizlik mi? Yoksa aksine ilerleyen yaşların vermiş olduğu bir yükümlülük mü? Ya da içindeki özgürlük canavarının, ruhundaki melekle savaşı mı?..
Aklından geçeni yapamamanın, ruhunu kopya kopya çoğalttığını görürken asıl gerçek olan tek kopyayı tükettiğini fark edemiyor insan bazen. Sorumluluklar, zorunluluklar, yükümlülükler cesur insan bırakmadı bu hayatta kanımca. Kaç kadın kimbilir kocasından yediği dayakların acısını, eski sevgilisini düşünerek yendi? Yoksa kapının kenarına vurdum yalanlarının nasıl türediğini mi tartışmak lazım.. Babasının, annesinin, törelerinin korkusuna eşcinsel olduğunu gizleyip, ömrünü asla sevemeyeceği bir kadına, baş koyduğu yataktan asla haz alamayacağı bir evliliğe veren insanlar var bu dünyada. Onlar kaç kopya dersiniz? Kimisi baba rolünü bile üstleniyor üstelik.
Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde birgün bir komşunuzu görebilirsiniz. Aslında ne kadar da sakin kadındı, nasıl sessizdi, havuçlu keki de pek güzeldi yorumlarınız, onun kendini öldürdüğü haberin üstüne düşer. Meğer kan içmiş de kızılcık şurubu demiş kadıncağız dediğimiz nokta, onun aslıyla tanıştığımız, kopyalarını gözden geçirdiğimiz yerdir.
Merak ediyorum da bu dünyadan göçerken, geride kaç kopya, kaç siluet, kaç asıl, kaç suret bırakacağız.. Hangilerine gerçekten üzülen kopyalar, hangilerine asıllar kalacak?.. Siz iyisi mi beraber uyuduğunuz bilmem kaç yıllık eşinize de, her hafta evinizi temizleyen o kadıncağıza da sakın güvenmeyin. Gerçeğine ulaşmaya çalışın, çünkü yüzünüzü güneşe çevirirseniz gölgeleri göremezsiniz. O zaman işte beraberce yaşamamanın, el ele yaşlanmanın da hiçbir anlamı kalmaz.

13.8.09

Seni Küçük Aptal

Hani bazen geçmişe dönmek isteriz, tek bir günü belki tek bir anı bir kez daha yaşamak.. Bu yazıyı okuyan herkes de bir an düşünecek.. Hangi gün olmalı diye?.. Babasını kaybetmiş olanlar onun kucağında oturduğu bir anı hayal edecek, sevdiğine bir daha kavuşamayacak olanlar onun dudaklarını bir kez daha hissetmek isteyecek, dünyanın en güzel yerine yaptığı ziyareti tekrarlamayı arzulayacak belki de birileri geçmişe hiç dönmek istemeyecek. Zaten cennetinde hurileriyle beraberdir, kimbilir:)
Ben çocukluğuma dönmek isterdim. Ama bu halimle, bu yaşanmışlıklarımla.. Kendimi alıp kucağıma oturtmak ve sohbet etmek isterdim. Derdim ki ona;
Sakın şimdi ağlama. O bebeklerin hepsi senin olacak ve senin olmasa da hepsini unutacaksın zamanla. Ama bazı acılar yaşayacaksın. Bunlara hazırlıklı olmalısın. Her zaman güçlü olmalı ve anneni dinlemelisin. Ama sakın seni korurken bir sürü güzellikten de mahrum etmesine izin verme. Onu dinle her zaman ve içine yer et. Ama bildiğinden de bazı zamanlar şaşma. Ne zamanlar deme bana.. O gün anlayacaksın. İçinde hissedeceksin bazen de kalbinin sözüne inanacaksın. Dosdoğru gidip duvara çarptığın zamanlar ise asla pişman olma. Asla geriye dönüp de sızlanma. Yoksa kendine olan güvenini, en önemlisi de saygını yitirirsin. Bazen yüreğinde acı duymak iyi gelecek sana. Yaşadığını, hala hissedebildiğini anlamana yardımcı olacak. Üstelik bunu bir kere de yaşamayacaksın.
Okuma ve yazmana çok önem ver. Ödevlerini yapmak zorunda değilsin ya da notlarının her zaman yüksek olmasına gerek yok. Sadece anneni ve babanı mutlu etmek istiyorsan bunlara önem ver. Çünkü hayat aldığın yüksek notlardan daha fazlasını isteyecek zaman ilerledikçe. İşte o zamanlarda sana okuduğun şiirler, hayat tecrübelerine güvenebileceğin yazarlar, yazıp çizip attığın kağıt parçaları yardımcı olacak. Daha kolay üstesinden gelmeni sağlayacak.
İnsanlara her zaman güvenme. Kendine güven ve zamana. Zamanın seni yoğurmasına izin ver. Erken yaşta isyan etmene neden olabilir kimi zaman. İsyan et, bağır, ağla bazen evi terk et için rahat edecekse. Ama dönemeyecekmişçesine ayrılma oradan. Çünkü en mutsuz zamanlarında, evindeki tuvaletin kokusunu bile özleyeceksin.
Kimsenin kalbini kırmamaya özen göster. Bunu çoğu zaman başaramayacaksın ama burada önemli olan, bunu erken fark edebiliyor olman. Hemen telafi etmeye çalış. Çünkü arkanda bıraktığın her kırık kalp, sana geri dönecektir, bundan emin ol. Ve insanlara senin de bir ailen, senin de bir ruhun, senin de güçlü görünen bedeninin ardında küçücük bir kız olduğunu unutmadan davran. Geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydımların yerini hep iyi ki yapmışımların alsın.
Aşka inan. İlk görüşte olan, platonik, karşılıklı, tutkulu ya da acı veren.. Aşk gerçektir. Gerçek olmayan insanlardır. Sen hep gerçek ol. Birgün birileri seni anlayacak inan bana ve umut et ki bunlar beklediğin kişiler olsun.
Bazen çok kızgın olacaksın hayata. Sindiremeyeceksin, yutamayacaksın, susamayacaksın.. Kendini kaybedeceksin bazen. Unutma, kaybolduğun yerde seni bulacak tek kişi yine sensin. Çok zor biliyorum bunu anlamak, ama zaman sana bunu öğretecek. Ama bu dönemlerde çok yalnız hissedeceksin kendini. Hiçbir dosta sığınamadığın, ailene gidemediğin zaman boş duvarlara bakacaksın. Onlardan medet umacaksın. Sakın paniğe kapılma, hepsi geçecek ve her zaman yenileri gelecek. Sadece içindeki o yalnızlık hissi asla bitmeyecek. Korkma ama zamanla ona da alışacaksın ve hayatını bu yönde kuracaksın. Hatta tek başına mutlu olmayı öğreneceksin. Bu seni herkesten daha güçlü kılacak.
Her zaman mantığınla duyguların arasında kalacaksın. Çoğunlukla da kalbini dinleyeceksin. Ve çoğunlukla yanıldığını hissedeceksin. Asla asla kalbini dinlemekten vazgeçme. O sayede sevdiğin bir işin, acı tatlı deneyimlerle dolu bir hayatın ve etrafında gerçekten güzel insanların olduğu bir dünyan olacak.
Sana söylemek istediğim o kadar çok şey var ki küçük aptal.. İlk zamanlar babandan çaldığın sigaralar senin en büyük tutkun olacak. Kimse onu ne kadar sevdiğini ve hayatta en sadık kaldığın parçan olduğunu anlamayacaklar. Zaman ilerledikçe ona olan sevgin de hiç azalma olmayacak ama her büyük sevgi gibi o da sana zarar vermeye başlayacak. Bu yüzden bence tüm acını kalbine bir kez daha gömüp ondan vazgeçmelisin. Ve kilolarını dert edeceksin uzun bir süre. Hayatın cehenneme dönecek. Sakın üzülme. Zaman ilerledikçe o kadar güzel olacaksın ki, gerçek güzelliğin başka yerlerde olduğunu anlamış, olgun bir kadın gibi.. Yine de yediklerine bir ömür dikkat edeceksin:) Bu sanırım vazgeçilmez bir şey..
Son olarak, sadakatin değerini öğrenmelisin. Bunun için çok çalışmalısın. Ailene, sevdiklerine, sevgililerine, inandığın değerlere, yaşadığın yere, ekmek yediğin tabaklara ve kendine verdiğin sözlere sadık kalmalısın. Çünkü en zor olan bu. Bunu başardığın zaman, senin önüne geçebilecek hiçbir şey kalmayacak. Herşeye rağmen kocaman kahkahalar atacağını bildiğim, ve ne olursa olsun yaşamın değerini bilip şükredeceğin için artık oyuncaklarını kırmana izin veriyorum.. Çünkü bu konuşmayı tamamen unutup, bunların çoğunu yapmayacağını da biliyorum. En azından yıllar boyu sakın hiçbir şey yapamadım deme, yaşadın ya seni küçük aptal..

A Woman in Neverland

Sadece bir adama ait olmak ve yıllarımı onunla geçirmek istiyorum. Sadece ona kahvaltı hazırlamak, pazar yürüyüşlerimi onunla yapmak, ilk ve tek oğlumu ona vermek, tüm zayıflıklarımı ona göstermek, hatalarımı beraber tamir etmek, sadece ona ağlamak, yanında utanmak, arkasında sonsuza dek durmak istiyorum.. İçimde hiç şüphe olmadan üstelik.. Acabalara, keşkelere, yine mi lere yer vermeden..
Sadece ona ait bir kadın olmak.. Bazen annesi olurken çoğunlukla küçük kız çocuğu gibi davranmalıyım. Dilediğimce şımartsın beni.. Azarlasın gerektiğinde.. Yanımda olsun her anımda.. Zor günümde benden çok ağlasın ki ben onu güldürmeye çalışayım. Sürprizlere yer vermesin hayatımızda. En büyük sürprizi işe gitmeyeceği zamanlar olsun. Bütün günü benimle geçireceği zamanlar için çırpınsın..
Bir de elimi öyle bir tutsun ki; asla gidemeyeyim.. Dokularıma, hücrelerime, dna larıma kadar işlesin. Hiç gitmek istemeyeyim. Gitmesin diye de elimden geleni yapayım. Kabuslarla uyanayım uykumdan.. Her gece saat kurup kalkayım da kontrol edeyim yanımda mı diye..
Hep dinlesin beni. Ne saçmalarsam saçmalayayım bilsin içimden geçenleri. Umursasın söylediklerimi ki ben de onu dinleyeyebileyim.. Sıkılmadan, yorulmadan, saatlerce gecelerce konuşsun.. Çayına bir ömür eşlik edeyim.. Bir ömür şekerini ben karıştırabileyim..
Aklıma gelsin uzaktayken.. Yüzümde gülümsemelere, kalbimde ritmik dans gösterilerine dönüşsün varlığı.. En iyi şekilde yapabileyim işimi, bir an evvel bitsin de kavuşabileyim diye.. Koşa koşa tutayım evimizin yolunu..
Sadece o dokunsun bana istiyorum.. Onun ellerini ezberlemek, onun iç çekişlerini bilmek, onun nefesinin kokusunu hatırlamak.. Üzerimde parmak izi testi yapılsa, tek suçlu o olabilesin. Onun yanında yaşamak onun kollarında ölmek istiyorum. Çok mu şey istiyorum be?..

12.8.09

Doğmamış Çocuk, Olmamış Meyve, Gelmemiş Sevgiliye..

Biliyorum. Orada bir yerdesin ve beni bekliyorsun. Geleceğim ve merhaba diyeceğim anı iple çekiyorsun. Seni bulmamı, belki geri dönmemi kimbilir belki de karşılaşmamızı diliyorsun. Benim bastığım kaldırım taşlarına basıyorsun çoğu zaman. Bazen de benim bindiğim asansördeki parfüm kokusu sana ait oluyor. Ve yine kaçırıyorum seni birkaç dakikayla. Sabahları senin bindiğin vapurdan akşamları ben iniyorum kimi zaman. Ve senin içtiğin çay bardağından yudumluyorum demli çayımı, bol şekerle. Çoğu zaman da senin beğenmeyip almadığın filmi günlerce arıyorum. Bulduğum da ise günüm güzelleşiyor. Sen yapıyorsun bunu farkında olmadan. Bazen de omzuma düşen saç teli senden geliyor. Elime alıyorum, parmaklarımda hissediyorum bir an ve rüzgara doğru bırakıyorum..
Bazı günler içinde anlamadığın bir sıkıntı oluyor. Bir de bakıyorsun ki benim gözyaşlarım yağmurlarla gelmiş sana. O zaman anlıyorsun işte.. Sen kırmızı ışıkta takıldığın zaman, aslında önünden yürüyerek geçen benim. Ama sen radyonla uğraştığından görmüyorsun bunu.
Restaurantın tuvaletinden çıkarken yan kapıdan ben girmiştim aslında. Kapı hala sallanıyordu. Acaba oradaki kadına para vermeden kaçmak yerine, kolonya ve mendille biraz daha oyalansaydın.. Ya da ben saçlarımla neden bu kadar uğraştım ki?..
Sahilde içtiğim sigaranın dumanı seni rahatsız ediyor mu? Geliyor mu, ulaşıyor mu sana? Benim ciğerimden, en derinimden çıkan dumanı ellerinle gökyüzüne mi dağıtıyorsun yoksa? Bu yüzden mi bulamıyorsun beni?
Arka masada yüksek sesle konuşan adamsın belki de.. Rahatsız olup kalkıyorum senden. Yediğim yemeğin tadını kaçırıyorsun diye kızıyorum. Bahşiş olarak bıraktığım bozuklukları kafana atmak istiyorum böyle zamanlarda.
Uzun otobüs yolculuklarında arka koltukta sürekli uyuyansın bazen de.. Ben şehirleri, insanları, sokakları, tuvalet kuyruklarını, çorba sıralarını geçerken sen hep uyudun orada. Sabaha doğru ben uyandığımda önceki durakta inmişsin meğer..
Kimsin sen? Neden hala karşıma çıkmıyorsun? Utanıyor musun yoksa? Belki de seni beğenmeyeceğim, sevmeyeceğim sanıyorsun, kimbilir.. Daha kaç zaman seni bekleyeceğimi sanıyorsun. Zaman öylesine hızla akıyor ki.. Biz akreple yelkovan olacağımız yerde kadranın içinde birbirimizi arıyoruz hala. Ters yönlerde.. Zamanın akışını değiştirerek umut ediyoruz.. Nerede hata yapıyoruz dersin?..
Güneş gözlüğüm yok, kırmızı karanfilim, yeşil ceketim, benekli çantam yok.. Tüm çıplaklığımla bulmalısın ki beni, sen olduğunu anlayabileyim. Ya sen diye başkalarına inanırsam günün birinde? Ya başkasına sevgi sözcükleri fısıldarken sen önümden geçiyor olursan?.. Ya yanlışlıkla başkalarının bedenine, ruhuna gizlenirsem? Ya bunu fark ettiğimde çok geç olursa? ..
Bul artık beni be adam.. Buradayım işte. Ne yürüyorum,ne duruyorum, ne kimselere senden bahsediyorum, ne gidebiliyorum, ne kalabiliyorum, ne uzuyorum, ne güceniyorum, ne de büyüyebiliyorum.. Kucağında, yanında, yamacında, gözlerinde, sözlerinde, içinde, dışında, her yerinde büyüt beni artık be!.. Ben yolumu kaybettim, sen bul be adam!!...

11.8.09

Dooo Bir Külah Dostumaaaa ..

Sevdiğim herkesin bir sorunu var. Hepsi bir mücadele içinde bu aralar.. Kimi maddi kimi manevi kimi her ikisiyle de.. Zaten maddiyat ve maneviyat arasında doğru orantı vardır. Para var imkan var, parasız saadet olmaz, para bütün kapıları açar sözleri çok da bilinçsizce söylenmemiştir yani. Ama bir de işe şu yanından bakmak lazım gelir ki, alçak ruhlu olanlar sadece para arar, yüksek ruhlu olanlar ise sadece mutluluk ararlar. Ama akıllı olanlar her ikisini de ararlar. Arkadaşlarımın zekasından kuşku duymadığıma göre, sanırım bu yüzden tam anlamıyla mutlu olamadıklarını anlayabiliyorum.
Neyse konu para değil. Benim konularım asla da hesap işleri olamayacaktır sanırım hele de bu aralar beş parasız kalıp sadece evde yazı yazdığımı düşünürsek:) Geçen gün ünlü birinin bir röportajını okudum bir yerde. Demiş ki; Arkadaşlarıma hatta en yakınlarıma bile kötü zamanlarımı anlatmam, onlarla asla paylaşmam. Sadece iyi günlerimde yanımda olsunlar isterim, çünkü insanlar artık başkalarının kötü durumlarından besleniyorlar.
Ne demek istediğini önce algılayamadım, bayağı bir düşündüm. Çünkü bize öğretilen her zaman kötü gün dostu önemlidir ve kötü gününde yanında olan biri gerçek dostundur olmuştur. Hatta, zor zamanlarında yanında olmayanları bir çırpıda silersin telefon defterinden.. Mesajı geldiğinde de tanımamazlıktan gelirsin. Bu kadının söyledikleri ise, tam anlamıyla bir karşı tez oluşturuyor bu durumlara. Ne yani, ben herkesle çılgın partilere gideyim, çapkınlık dolu eğlenceli tatiller yapayım, hatta sadece komedi filmlerine gideyim onlarla ama başım sıkışınca bunun üstesinden tek başıma geleyim. Neden? Çünkü ben kendimi kötü hissettiğim zaman, her ne kadar beni gerçekten sevseler de benim kötü enerjim onlara bir şekilde iyi geliyor. Neden? Çünkü kendilerinden daha kötü olanları gördükçe insan kendini daha iyi hisseder, en yakını bile olsa. Ve en acı dolu cümlem bu olacak ki çok haklı..
Dostluklar da diğer bütün kavramlar gibi çok dinamik bir yerde duruyor. Her an değişime hazır, her an değiştirilmeye hazır. Zaman, gelişmiş dünya, ilerlemiş teknoloji, hatta küreselleşme bütün kavramları tersyüz ettiği gibi değişmeyecek denen dostlukları da değiştirdi. İyi bir şey mi oldu kötü mü çok emin değilim aslında. Eğer kötü dersem kendimi ve herkes kandırırım çünkü bu düzenin bir parçasıyım, kendi dünyamın hatta en büyük halkasıyım. Bunu sürdürenlerden biriyim yani. Ama iyi dersem bu değişime, artık varolmayacak kırk yıllık dostluklara haksızlık etmiş olmaz mıyım?..
Ben üzülüyorum. Gerçekten dert ediyorum. Çareler düşünüyorum çocukça bile olsa. Bir çözümü vardır diyorum en azından, rahatlatmaya çalışıyorum tüm içtenliğimle. Uykularım kaçmıyor belki ama empati duygumu ne olursa olsun korumaya çalışıyorum her şeye rağmen. Bunu tam anlamıyla gerçekleştirebiliyorum diyemem, çünkü dedim ya ben de bu arsız kuşağın bir parçasıyım. Ama deniyorum. Denemekten de zarar görmüyorum. Üstelik zarar da vermemeye çalışıyorum böylelikle. İnsan olmaya çalışıyorum, insan olmanın etten kemikten ibaret olmadığını anladığım yalnız zamanlarımdan bu yana..
Bunlar derin mevzular.. Öyle bir iki paragrafla anlatılacak gibi değil.. Yazı dizisi hazırlarım belki bir zaman ama kulaklarımda yine şu cümleler çınlıyor. Sevgili dostum Oscar Wilde’dan..
“Bir dostun üzüntüsüne her kim olsa katılır; bir dostun başarısına ise ancak yüksek bir ruhta olanlar sevinir.”
Bildiği bir şey var demek ki…

Yağmurlu Günlerin Tadını Çıkarmak Dileğiyle..

İnsanoğlu.. Ne de çabuk alışıyor iyiye, güzele ve en çok da kolay olana. Halbuki kolay olmak kötü bir şey değildir ki. Hayatın daha sorunsuz yaşanmasını sağlar. Neden manava gidip de bir kilo elma alıp keyifli keyifli yemek varken, ağacın en tepesindeki içi kurtlu olan en kırmızı elma daha kıymetli olur? Neden illa ki ona ulaşıldığı zaman tadı bir başka gelir insana?.. Üstelik tadı daha güzeldir manavdakinin.. Daha parlak, daha çekici, daha sulu, daha tatlı, daha elma gibi.. Çünkü alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra da kırılmayacak kadar güçlü olur..
Biz, bizim için doğru olandan kaçarız ezelden beri. Bizi gerçekten seven ve mutlu edecek sevgiliden, asla şaşmayan anne-baba öğütlerinden, geleceği bizden önce çoktan yaşamış herkesten.. He kaçarız, alırız boyumuzun ölçüsünü ve sonuç kürkçü dükkanı olur gözyaşları içinde.. Asıl mesele de bundan sonra başlar zaten. Döndüğün yer aynı yer midir?.. Geride bıraktıkların hala bıraktığın gibiler midir?..
Asla olamaz.. Çünkü hayatta bazı bedeller vardır. Ama aklın başına sonradan gelmiştir, ama daha çok gençsindir, ama deneyimlerin yetersizdir, ama şımarıklık etmişsindir, ama ama ama … Sebebin ne olursa olsun bu bedelleri ödemen gerekir nefes almaya devam etmeye kararlıysan. Ve şikayet etmeye de hakkın yoktur bu saatten sonra. Hani derler ya bir bardak soğuk su iç üstüne.. Aynen o hesap.
Soruları, sorunları fakat buna rağmen hayata bağlılığı asla bitmeyen bir arkadaşımla konuştum bugün. Son dönemin en popüler sözünü söyledi bana. Kör ölür badem göz olur.. Kesinlikle katıldım ona ilk başta, çünkü deneyimsiz sayılan kalbim her kırıldığında geçmişe, geçmişten birine dönerim. Ama geçmişte bana her defasında sırtını döner. Haklı olarak.. Nasıl ki her seçim bir terk ediştir, ben onları seçmedim, gözüm bile görmedi onları zamanında. Şimdi ne hakla kızabilirim ki, hesap sorabilirim ki.. Bize yapıldığı zaman isyan ettiğimiz bir şeyi karşındakine yapıyorsun ve seni tekrar eskisi gibi sevmesini bekliyorsun karşısında durup..Fütursuzca..
Tam bu noktada insanlara karşı olan adaletimi sorgulamalıyım. Evet bundan çoğu zaman kaçıyoruz. Zor olanı elde etmeye çalıştığımız için kendimizle gurur duyuyoruz hatta bazen. Sürekli yanımda diğeri, zaten cepte, zaten istesem de gitmiyor, bir kenarda beklesin mantığıyla iki tarafa da aslında ne büyük haksızlık ediyoruz. Ve sonucu ne oluyor. Herkes dengini buluyor ve bir şekilde bir zaman gidiyor. Ve yalnız kalıp bunları sorgulamak zorunda kalan sen oluyorsun. Üstelik buna cesaretin varsa, çoktan kendine yeni kurbanlar bulmadıysan..
Ben ne yaptım, nerede hata yaptım, neden gitti deme artık.. Sen zaten onu hayatına hiç almadın ki.. Sen onu hiç sevmedin ki.. Sen yalnız kaldığın günlerde kitabının ayracı, yağmurlu günlerde şemsiyen yaptın onu. Ve bulutların arasında güneşi gördüğün anda dolaba kaldırdın. Ve ne zaman ki uzun ve sessiz kış geldi bir de baktın ki dolabının en dibinde tozlanmış, çürümüş çoktan ölmüş.. Arkasından ağlasan ne fayda artık?..
Adalet haksız olana zalim gelir. Çünkü her insan kendi gözünde suçsuzdur..

Sular Kadar Pişman

Bayağı bir zamandır etrafımda pişmanlık hikayeleri dolaşıyor. Karısını-kocasını aldatanlar, yalan söyleyenler, doğruyu söyleyenler, sessiz kalanlar, birilerini sessizliğe itenler ve bunun gibi hataları olduğunu düşünen insanlar konuşuyor. Konuşuyor diyorum, çünkü hiç susmuyorlar. Durmaksızın kelimeler, cümleler veya paragraflar üretiyorlar. Saçmalıyorlar hatta çoğu zaman. Bunun nedeni sanırım içlerini rahatlatmak. Hani bahsetmiştim ya günah çıkartmak bir nevi.
Pişmanlık kanımca bir erdemdir. Gerçekten pişmanlık hissini tatmak ve bundan da öte bunu kabul etmek elbette. Kabul etmekle de bitmez ki yapılan yanlışların telafisi. Pişman oldum diyip de kenara çekilmek de değildir yani erdem. Özür dilemektedir bazen kabul buyurulursa veyahut bir bardak su vermektedir karşındakine. Su hayattır çünkü. Ömrünü uzatır insanın. Sular kadar ömrün olsun demektir karşındakine. Bundan daha içten daha gerçek bir af dileme düşünemiyorum.
Kendini kandırmamaktır yani boş kelimelere sığınıp da.. Pişmanım desen de; koşullarının, o zamanın şartlarının, içinde bulunduğun durumların arkasına saklanmamaktır gerçekten pişman olmak. Bazen bir kadeh şarapla göz göze geldiğinde, bazen üstüne oturup da dalıp gittiğin sıcak bir kaldırım taşında kimi zaman da gölgesini ona benzettiğin bir anda fark edersin pişmanlığını.. Bir saniyelik bir sızıdır ve kelimelerle asla ifade edemezsin nutkun tutulduğunda. O zaman işte nereye gideceğini, kime sığınacağını en önemlisi kendinden nereye kadar kaçabileceğini bilemezsin. Hayatın bir saniye içinde cehenneme döner bu geri dönüşü olmayan zaman diliminde. Aldattın bir kere.. Yalan söyledin defalarca.. Nasıl geri alınır bütün bunlar?..
Belki yeni yalanlarla belki de en çıplak halinle durursun karşısında. Mahzunca.. Tüm yabancı bakışlara göğüs gerebilecekmişçesine.. Hatta belki inandırırsın da kendine her şey yolunda giderse. Birkaç damla gözyaşının yardımıyla.. Gerçeksindir üstelik. İstemeden olmuştur. Gerçekten!
Sonrası daha zor inan. Herkesi inandırabilirsin ama kendini asla. İstedin ve yaptın dostum! Ve bahanelerin artık seni kurtarmıyor uykusuz gecelerinden, karanlık düşlerinden.. Bundan sonra yapabileceğin tek şey var. Yaşadığın cennetten seni attıran şeytanı sadece içinde aramalısın.. Boşuna nefesini tüketme..

10.8.09

Sobadaki Küçük Parmak İzleri

Geçmişe takılma, geleceğe bak derler. Geçmişini unutan, geçen yıllardan ders almayan bir kişi nasıl olur da geleceğini kurtarır?.. Kurtarmak demeyelim de en iyi, en doğru şekilde yaşar demek daha anlamlı belki.. Ne bileyim canını acıtan bir olayı tekrarlamamaya özen gösterirsin mesela.
Bazı insanlar okuyarak, yazarak değil de yaşayarak öğrenir. Bundan beslenirler. Benim gibiler.. Herşey salonun ortasında duran sobayla başlar. Sadece kışları aktif halde çalıştığı için tam bir iletişim kuramazsın sobayla. Ama için için, uzaktan düşünürsün. Tensel temas kurmak istersin onunla. Sıcaktır, çekicidir. Üstelik seni sürekli uyarırlar dokunma yanarsın diye. İşte bu zamanla tutkuya dönüşür. Geceleri kalkıp izlersin çıkardığı kıvılcımları, çıtır çıtır sesini dinlersin.. Kokusu burnundan hiç gitmez. Ve birgün herkesin mutfakta işi olduğu sırada bütün parmaklarını en tutkulu şekilde açarak dokunursun ona. Ve anlarsın.. Öyle bir yanar ki elin, öylesine kıpkırmızı bakakalırsın. Evet haklılarmış dediğin nokta budur. Tüm merakının sona erdiği, hayal kırıklığı ile dibe vurduğun an.. Deliler gibi bağırıp ağlasan da kar etmez artık. En yakınların buz gibi sulara tutarlar seni, çeşitli merhemler sürerler yarana.. Ama nafile.. Günler geçer haftalar geçer.. Acısı diner.. Ama izi kalır.. Yıllar boyu, o ize her baktığında korkarsın bir daha yaklaşmaya..
Zaman ilerledikçe yeni evler, yeni sobalar ya da şekli değişmiş yeni ateş parçaları sarar etrafını. Kimi odun ateşidir kimi kömür kimi çörçöp.. Hepsinin sıcaklığı farklıdır..Ama bir şekilde hepsi yakar. Ve her dokunmak istediğinde gözün o ize takılır. Aniden çekersin elini yanmışcasına, çünkü her baktığında o anı hatırlarsın ve her defasında sanki bir daha bir daha yanar elin.. İşte biz buna deneyim diyoruz. Halbuki elin yanar dendiğinde de yanabileceğini biliyorduk ama bir ihtimal, ama belki, ama bu sefer diyerek ateşe atarız kendimizi. İşte böyle insanlar yani benim gibiler yaşamalı, yanmalı ki gerçekten somut bir izi olsun ve buna baksın ki bir daha yapmasın..
İşte bu yüzden geçmişten kaçılmaz, geçmiş unutulmaz.. Geçmişe saplanıp kalınmaz ama Shopenhauer’in dediği gibi “İnsanın Kırk Yaşına Kadar Geçen Yılları Bir Kitap, Geri Kalan Yılları Da O Kitabın Eleştirmesidir..”

8.8.09

Yine Uykum Kaçtı

Bugün bir telefon mesajı aldım. Çok da yakın sayılmayan bir arkadaşımdan.. Demiş ki; 30 yaşındayım ve hiç arkadaşım yok.. Bu bir itiraf mı bir serzeniş mi ya da kendine karşı yapmış olduğu bir ihanet mi emin olamadım. Ve dolayısıyla pek söyleyecek bir şey de bulamadım. Aslında aklımda olmayan saçma sapan bir cevapla geçiştirdim.. Klasik ben.. İçine birkaç espri kat ve konuyu kapat..
Ama saatler geçtikçe aslında bunun çok ciddi bir konu olduğunu fark ettim. Oyun oynadım, yemek yedim, birkaç kişiyle sohbet ettim ama içimdeki rahatsızlığı atamadım. Mesele arkadaşımı geçiştirmiş olmak değil sanırım. Mesele benimde aynı hissi paylaşıp da bunu çoktan bir yerlere gömmüş olmam.. Belki aylar belki yıllar öncesinden..
Düşündüm.. Son 3 senedir yılbaşlarını annemle kutluyorum.. Doğum günlerimde annemleyim ve tatillerimi yalnız yapıyorum.. Bunlar benim tercihim mi?.. Yoksa zorunlu seçmeli mi?.. Emin değilim.. Etrafımda aklımın alamayacağı çok insan var aslında. Msn listem, telefon rehberim, facebooktakiler, kalbimdekiler, geçmişimdekiler, akrabalar, iştekiler, evdekiler… Düşününce çok fazla insan, çok büyük kalabalıklar.. Ama ama ama… Neden kafamda bu kadar soru işareti var?..
Neden bazı günler sahilde beraber yürüyecek kimsem olmuyor? Neden bir kitabı okuduğumda onu tartışacak kimse bulamıyorum? Neden sinemaya gittiğim zamanlarda büyük boy popcorn bana çok geliyor? ..
Sanırım ben arkadaşım kadar cesur değilim.. Ya da çoktan bu durumu kabullenmiş yolumu böyle çizmişim.. Yalnızım dostlarım edebiyatı bana göre değil.. Hiç olmadı ama bazen de insan keşke diyor işte.. Ne bileyim.. Bana böyle mesajlar atmayın ve hayatımı sorgulamama izin vermeyin lütfen.. Çünkü sizin kadar kolay üstesinden gelemiyorum işte.. Benim de bazen uyumaya ihtiyacım var:)

Hepsi Yanan Mumun Işığında Saklı

Bazen kilise kültürüne sahip olmayı diliyorum. İki nedeni var aslında. Birincisi kilise düğünlerini seviyorum ama bunun konumuzla daha uzunca bir süre ilgisi olamayacak malumunuz:) Diğer bir neden ise günah çıkartmak kavramı..
Ne uzun zaman olmuş yazmayalı, içimi dökmeyeli.. Yine kendimi koskocaman boşluklarda buldum kalabalıkların içinde, yine kaçtım küçücük dünyama.. Yine kapandım..
Bazı zamanlar kiliseye gidiyorum. Kadıköy’de küçük bir kilise vardır büyük kapılı.. Biliyorum ne alaka diyeceksiniz.. Sadece huzur bulmak için mumlar yakıyorum. Bu da bir çeşit kendini rahatlatma çabası, arınma çabası.. Ve işte öyle zamanlarda günah çıkartabilmeyi diliyorum.. Ama mümkün olamıyor tabii ki.. Bunun yerine en yakınıma da gidebilirim işlediğimi düşündüğüm günahları anlatmaya.. Ama olmaz.. Çünkü sorgulayacak o kişiler.. Nedenini niçinini araştıracak, didikleyecek her detayını.. Ne gerek var ki buna?..Her zaman her şeyin bir sebebi olmalı mı?..
Benim bu hayatta çok günahım var. Kalp kırdım, yalan söyledim, aldattım, görmezden geldim.. En büyük günah nedir biliyor musunuz?.. Hırsızlıktır.. Çünkü eğer birini öldürürsen, onu sevdiklerinden en yakınlarından çalarsın.. Eğer birine yalan söylersen ondan gerçeği bilme hakkını çalarsın.. Ya da birini sürgüne gönderirsen, ondan vatanını, doğduğu toprakları çalarsın.. Bütün günahların en büyüğü çalmaktır…
İşte bu yüzden günahların da nedeni olmaz. Bile bile işlenir, bile bile gidilir üstüne. Y da nedeni olsa bile bir anlamı yoktur kurcalamanın. Ne gerçeği vermenin bir anlamı kalır ne ölüyü diriltmenin. Bu yüzden anneler, babalar, kardeşler, en yakın dostlar, sevgililer ve rahipler.. Bunlar benim günahlarım.. Ve hepsi yanan mumların ışığında saklı. Hiçbir zaman gerçekleri bilemeyeceksiniz ve ben günahlarımla bu dünyadan çıkıp gideceğim..

24.5.09

Tümden geldim

Mevsimlerden kiraz, aylardan topaç ve günlerden yeşil.. Her konuşan sen, her gülen ben.. Gülümsemem kızarmış ekmek kokusunda.. Zaman hem baykuş bakışında hem şelale akıntısında.. Her çiçek baharatlı, her gece künefe kıvamında tatlı, bulutlar Şirin Baba'nın yumuşak sakalı, kaderim balonun ucunda bağlı, seni düşünürken gözlerim hep kapalı..
Film izledim rüyamda, güller ve dudaklar karıştı gözyaşlarıma. Adın çıkmıyor ezberimden, sanki intikam alıyorum aynadaki suretimden, ciğerlerim doldu nefesinin şiddetinden..
Dışarıda koparken fırtınalar, içimdeki dinginliğinle eser bana hafif meltemler.. Mutluyum diyorum kendime, sağım solum önüm arkam sobe .. Sınırsız, sabırsız, doyumsuz bu tutku, karanlıkta açılan bir pencere kadar ulu..
Mütemadi sarhoşluğun içinde, asansör boşluğunun en dibinde, işaret parmağımın gösterdiği “sen” yönünde, akrep ve yelkovanın kovalamaca serüveninde, uyudum ellerinde..
Bütün bu kalabalıklar arasında, Moda’nın merdivenlerinden aşağıya, terliklerimle gelsem sana, hayatımızın en büyük depremi olsa...
Kimi zaman susmak gerekli, cümleler bileziğimin düğümünde gizli, kendini bana bırak ey sevgili..

Mevsimlerden topaç, aylardan yeşil ve günlerden kiraz.. Her gülen sen, her konuşan ben.. Ebediyen?..

21.5.09

Koku

Küçücük bir delikten ilk kez çıktığında ve ışık denen o gözleri acıtan karanlığa ulaştığında, süt kokusuna aşık olursun, ilk görüşte hem de.. Yenidir, değişiktir, korkutucudur.. Ayrı kalamazsın, hemen gözlerin dolar. Yabancı kokuları kabul etmez bünyen, gözyaşlarınla kusarsın. Uyuyamazsın, geceleri bağırarak kabuslarla uyanırsın yanından ayrılmasın diye..Herşeyi onunla yapmak istersin, o kokuyla, o süt kokusuyla..
Herşeyi tersyüz eden zaman ilerler ve bir sonraki kokuyla tanışırsın. Baban dışında yanına ilk kez daha güçlü biri oturur. Hergün koşarak gidersin o sıralara.. Tebeşirin elinden düşmez. Her yere onun adını yazarsın, sıralara kazırsın. Gitmesin, bitmesin, yaz tatili gelmesin, haftasonu olmasın istersin. Bacaklarınızın birbirine değdiği ahşap sıraların kokusu gelir burnuna geceleri yastığına akıttığın gözyaşlarında..
Aradan yıllar geçer. Yaz gelir.. Güneşten kavrulan bedenini, soğuk sulara attığın esnada görürsün onu. Kaçamak bakışlar başlar bu sefer. Akşam içkini yudumlarken arar gözlerin, dans ettiği insanlara bakarsın dikkatlice. Ne sabah olmak bilir ne gece.. Sırtını ılık kumlara verip, yıldızları seyredersin.. Bu sefer de dudakların değer birbirine. Kaçınılmaz son.. Sonbaharın serin rüzgarları esmeye başlarken toplarsın valizleri.. Ama aradan yıllar geçse de teninden o güneş yağının kokusu gitmez.. Tuzlu gözyaşların o kokuya karışır...
Dizlerin titreyerek gidersin ilk iş gününde. Masana oturduğunda sana ilk kez bakan o olur. Sabahları asansörde, öğle tatillerinde asansörde, akşamları asansörde alırsın o parfümün kokusunu. İçine işler günler geçtikçe. Daha bir heyecanlı gidersin işine, daha hevesli bitirirsin.. Sabahları daha çok süslenirsin, daha özenli giyinirsin.. Aynada gülümseme provası yaparsın. Ve günün birinde karşılıklı kahvelerini yudumlarken, masanın altından elini tuttuğunda yaptığın bütün provaları unutursun. O kadar içtendir ki zaten gülümsemen, o kadar yakındır ki artık o koku.. Ta ki başka bir şehre gitmek zorunda olana kadar.. Mendilin ıslanır el sallarken.. Kış aylarda parfümünün kokusunun sindiği atkıyla ısınırsın ve geçen zamana ayak uydurursun..
Birgün yolda yürürken çok eski bir arkadaşına rastlarsın.. Tanıdıktır onun kokusu da.. Ama sanki bir farklılık vardır artık.. Bir başka bakarsın bildiğin surete. Anılardan açılır bütün konular, zamanla yeni anılar eklersin hafızana.. Tanıdık koku daha da tanıdığın kokuya dönüşür.. İlerlemiş yaşının olgunluğuyla daha da bağlanırsın.. Gelecek hayaller farklılaşır içinde. Ama gün olur sorun olur, gün olur sesler yükselir, gün olur çatışmalara çözüm bulamazsın.. Ararsın, gerçekten bulmak istersin.. Ama bir kez daha ceketini giyer o tanıdık kokuya veda edersin..

Yanakların sarkana, kamburun çıkana ve ellerinin titrediği güne kadar çarpar kalbin.. Öldüğün güne kadar.. Hepsi birşey öğretir, her gidenin arkasından bir kez bir kez daha olgunlaşırsın.. Elinde değildir bazen.. Kalp çarpıntıların yerini zamanla hüzünlü tebessümler alır. Unutulmaz, ama hayat devam eder.. Anılar biriktirirsin.. Her kokuda aklına birşey gelir. Asansördeki parfümde, kahvene koyduğun sütte, oğlunun ilk okul gününde, annenin mezarının başında, denize bakan bir balkonda..
Kokular unutulmaz.. Sanırım bütün bu mücadele kendi teninin kokusuna en yakın olanı bulmakta gizli.. Çünkü teninin kokusu seni asla bırakmaz, sen onu hiç bırakmazsın.. Gölge gibi, hava gibi, nefes gibi...

10.5.09

Yinebaşlıkbulmaktazorlandım

yinekafamkarıştı
yineuykumyokkenuykusuzkaldım
yinekahveminşekeridibeçöktü
yinesözleribeniderindenvuranşarkılarıdinledim yineyanlışanlaşıldım
yinesaklanmakistedim
yineçoksigaraiçtim
yineköpekhavladı
yineençokbaharısevdiğimianladım
yineuzuncümlelerkurdum
yinefotoğraflaryırttım
yinebiriniaramayıunuttum
yineçokdüşündüm
yineherkesotururkenbenayaktakaldım
yinebelkidekimseuyumuyorsadecebenuyuyorumdiyedüşündüm
yinetırnağımkırıldı
yinekimiözlediğimibilemedim
yinekendimidünyanınmerkezisandım
yinehediyealdım
yinehediyealmayıçoksevdim
yineincelikleryüzündencanımsıkıldı
yinesayısallotooynadım
yinebirdilektuttum
yineyanaklarımıaldırmakistedim
yineçakmağımıkaybettim
yinebaşarılıoldum
yinemeyveyemeyiunuttum
yineayaklarımüşüdü
yineköpekhavladı
yineçişimgeldi
yinedikkatimdağıldı
yineyıldızkaydı
yineheyecanlanıncakekeledim
yinesakallıerkeklerisevdim
yineşapkaalmakistedim
yinerüyamdababamasarıldımsandım
yinetürkfilmizledim
yineaçıkçöpkonteynerininönündengeçemedim
yineyalansöyledim
yineözelgünlerisevmedim
yinesırtımkaşınıncadayakyiyeceğimdiyedüşündüm
yinesabahezanındahuzurbuldum
yineiyisatrançoynayanlarıkıskandım
yinejuliarobertsabenziyorumsandım
yinekendikendimekonuştum
yinebirinitanıdım
yineütüyapmaktannefretettim
yineağızdolusuküfrettim
yineampulpatladı
yineinsanlarkalktı
yineişegitti
yinekazaoldu
yinekalpkrizigeçiriyorumsandım
yinebirileriöldü
yinepikabımıtemizleyipplakkoyamadım
yinesaklambaçoynadım
yinebaileysimitekbuzlaiçtim
yineambulanssesinisevmedim
yinepencereyiaçıkunuttum
yinegündüzdışarıçıkmayısevmeyenlerianladım
yinedoğumgünümübenseçemedim
yinebirkadıntecavüzeuğradı
yinebaşlangıçlardankorktum
yinebağırabağıraağladım
yinetrafiksıkıştı
yinepolislerişçileridövdü
yinekimsesesiniçıkarmadı
yineyanıldım
yinebirbebekdoğdu
yineköpekhavladı
yinebiribenimhakkımdakonuştu
yinesokaklambalarınasinekleryapıştı
yineyazlıklarımçıktı
yineseviştim
yinedolmuşbekledim
yinekirlilerimibiriktirdim
yinebiriktirmeyihepsevdim
yinebuyoldangitmeyibenseçtim
yinepişmanolmadım
yinesevdim
yinebirinikızdırdım
yinecevabıbulamadım
yinesevildim
yineüzdüm
yineüzdümdiyeüzüldüm
yineannelergünündebabamıözledim
yinebüyüdüm
yinegünağardı
yineköpekhavladı.

9.5.09

"Geleneksel" Internet Bağımlısı

İtiraf ediyorum ki bilgisayarım ve internetim olmadan yaşamakta çok zorlanıyorum. Ben internet bağımlısıyım. Bütün ihtiyaçlarımı buradan karşılıyorum. Müzik dinliyorum, film izliyorum, görüşemediğim arkadaşlarımla düzenli bir şekilde konuşuyorum, yurtdışındaki arkadaşlarımı görebiliyorum, sınırsız milyonlarca şey öğreniyorum ve çalışıyorum…
Ama bahsedeceğim şeylerden hiçbiri bunlar değil. Son beş altı seneye yakın bir süredir tartışılan bir konu var. İnternetten birileriyle tanışmak, kaynaşmak, anlaşmak (hangi konuda ben bilemem J) bir insan hayatı için ne kadar doğru, ne kadar tehlikeli veya ne kadar avantajlı ?..
Eskiden çok popüler olan “siberalem” aman efendim ” mırc” gibi sadece arkadaş aramaya yönelik siteler vardı. Sonra iş, “icq” ya ya da “msn” e döndü. Gerçi onların içeriği biraz faklı. Genelde tanıdığın insanları ekliyorsun oralara. Herneyse, şimdi işin kılıfını değiştirdiler. Facebook girdi hayatımıza hem de ne giriş yaptı..
Uzun zamandır görmediğin insanları bulma şansı yakalıyorsun diye lanse edildi öncelikle. Ama aradan zaman geçtikçe onun da boyutu değişti ve insanlar “aynı iş ortamındayız”, “zevklerimiz ne kadar da benziyor” ya da “ne kadar çok ortak arkadaşımız var” diyerek birbiriyle tanışmaya başladı. Siberalem’de tanıştığını utanarak söylediğin zamanlar çok geride kaldı. Artık facebooktan arkadaşım demek hiç şaşırtıcı gelmiyor insanlara. Aşama aşama ilerliyor arkadaşlığın süreci. Önce facebook chat’ten iletişim kurma, ardından “buradan yazışmak zor oluyor msn var mı?” demek ve son olarak sabahlara kadar konuşmanın akabinde gelen telefon vermeler ve buluşmalar… Facebook nedir ya? Neden oradan tanıştığım elin yabanı benim arkadaşım olsun ki?.. Bu kadar mı yalnızız?..
Zaman ilerliyor. Kabul! Herşey değişiyor.. Alışkanlıklar, yaşam kalitesi, DNA’lar, yaşam alanları, insan-mekan ilişkileri ve hatta insan-insan ilişkileri.. Ama bazı kavramlar değişmez. Yıllarını verdiğin, emekle büyüttüğün yeşerttiğin, beraberce anılarını biriktirdiğin, kar yağdığında arkanı rahatça dönüp kendini onun üstüne bırakarak “Güven” oyunu oynadığın bir insana “Arkadaşım” derken, gerçek olup olmadığını bile bilmediğin, hiç dokunmadığın, kokusunu bilmediğin sanal birine nasıl “Arkadaşım” diyebilirsin?..
Ben bazı konularda eski kafalıyım. Kabul ediyorum. Bir gün evlenmek istiyorum. Aile kurmanın önemine inanıyorum. Büyüklerin elinin öpülmediği bir bayram düşünmek bile istemiyorum ya da mümkün olabiliyorsa her akşam aile ile birlikte yemek yemenin kutsallığına inanıyorum. Kimi çevreler tarafından “Bohem “ olarak nitelendirilen hayatımın arkasında durup, aslında belirli kalıpların dışında olmadığının yılmaz savunucusuyum. Evet, internet üzerinden tanıştığım insanlar var hayatımda. Ama bunlar, hayatımda şurada burada diyebileceğim, bir yere koyabileceğim ya da bir sıfatla tanıtabileceğim kişiler değil, olamaz da.. Zaman ne gösterir bilemem ama 13 yaşımdan beri internet kullanıyorum. Binlerce insanla tanıştım, görüştüm, kimi zaman karşılaştım reel hayatta. Ama bugün baktığımda hiçbiri kalmadı.. Herşey bir süreç ve bu süreci biz yaratırız.
Hepsinden birçok şey öğrendim. Bilgi bakımından ya da hayat tecrübesi.. Ama geldiler ve geçtiler.. Geriye dönüp baktığımda, hafızamda yer edenler bembeyaz karın üzerinde beraberce iz bıraktıklarım oldu..

8.5.09

Eksik birşey mi var hayatımda?..

Hani sabah uyandığında, kulağında bir şarkı ile kalkarsın.. Ya akşam dinleyip yatmışsındır ya da yolda yürürken önünden geçtiğin müzik marketten bangır bangır çalıyorlardır. İstiklal caddesine bile laf sokmaya başladım. Durumum hiç iyi değil. Neyse..
Birkaç sabah önce Ezginin Günlüğü’nden bir şarkı ile kalktım.. Ezginin Günlüğü’nü çok severim ama belirli şarkılarını.. Ve bu şarkı ya bir kere ya iki kere dinlediğim birşeydir.. Hemen açtım, kahvemi içerken dinlemeye başladım.. Kulağımda neden yer etmiş ya da neden özellikle o sabah o sözlerle uyandım diye kurcaladım olayı biraz..
Sözler şöyle başlıyor :
“Eksik bir şey mi var hayatımda?”..
Eksik bir şey mi var hayatımda gerçekten?.. Çok konuşsa da dünyalar tatlısı bir annem, 7 aydır küs olsam da varlığı için Allah’a her an dua ettiğim bir ablam, her zaman görüşemesem de güzel dostlarım, istediğim gibi para kazanamasam da severek çalıştığım (herkes benim kadar şanslı değil bu konuda) bir işim, her gün yeni bir şeyler öğrendiğim bir yönetmenim ve geriye dönüp baktığımda biriktirdiğim güzel anılarım var. Ve en önemlisi aynaya baktığım zaman hatalarıyla başa çıkabilen, pişmanlıklarını kabul edip her gün biraz daha olgunlaşan, korkularının üstüne gitmesini alışkanlık edinen, utanmadan "bilmiyorum" diyebilen, kendine bir ölçüde güvenen genç bir kadın görüyorum. Eksik nerede peki?..
Akşama doğru bir haber aldım. Bir arkadaşım kolunu kırmış ve hastanedeymiş. Hemen koşa koşa gittim. Orada bir kızcağız vardı.. Sevgilisi.. O kadar ağlamış ki, gözleri yumuk yumuktu. Hala eli ayağı titriyordu. Önce düşündüm, alt tarafı kırık bir kol var ortada.. Beyin kanaması geçirmemiş ya ne bu panik..
Aradan zaman geçti.. Kızla sohbet etme imkanımız oldu ve dedi ki bana:
“ Kolum acıyor sabahtan beri. Kaldıramıyorum. Doktora göstersem kırık der muhtemelen” dedi ve gülümsedi.
O anda şarkı kafamda bangır bangır çalmaya başladı. Ve sözlerin devamı da oturdu kafamda:
“Terliklerimle gelsem sana, sonunda aşkı bulmuş gibi..”
O andan beri bu şarkının her versiyonunu dinledim. Ve kendimi çok yalnız hissediyorum..
Emeği geçen herkese (Ezginin Günlüğü, Grup Gündoğarken, o sabah beni telefonla uyandıran asistanım Nilay, kolu kırılan dostum ve sevgilisi ve beni hastaneye götüren taksi şoförü) beni bunalıma soktuğu için teşekkürler..

6.5.09

Kendi çocuğumu yediğim gün

Dün gece yoğun biçimde çalışıp, arada msn’den oraya buraya laf yetiştiriyordum. Bir arkadaşım haberleri açmam gerektiğini, çok kötü bir olay gerçekleştiğini söyledi. Hemen televizyonun başına koştum. Büyük bir katliam.. Gece 41, gündüz ise 44 kişinin ölümüne neden olan bir katliam.. Haber kaynaklarına göre olayın terörle alakası yoktu. Köyler ya da aşiretler arası bir anlaşamamazlık sonucu bir düğün evinin basılması ve çoğunu çocukların ve kadınların oluşturduğu bir topluluğun katledilmesi şeklinde yansıdı ekrana.. Olayın detayları, politikacılara, sivil toplum örgütü üyelerine ve halktan vatandaşlara mikrofon uzatılmasıyla sürdürüldü. Ve vatandaşlar olarak da izledik hep beraber televizyondan, gazetelerden de okuduk. Dikkatimi en çok çeken detay, 14 yaşlarında bir kızla olan röportajdı.
Sorulan soru tam olarak şuydu :

“Ailenden birini kaybettin mi?”

Cevap ise çok soğukkanlıca verildi küçük kız tarafından.

“Evet. Annemi, babamı, abimi, en büyük abimi, teyzemi, eniştemi, teyzemin kızını bir de doğmamış kardeşimi..”

Olayın boyutunu o kadar algılayamamış ki kız. Öyle bir şoka girmiş ki; gözlerinde ne bir üzüntü ifadesi var ne bir nefret ne de ağlamaklı bir ifade..
Ben son kelimesiyle beraber gözyaşlarımı tutamadım. Hıçkırarak ağladım gerçekten. Gözümün önüne 99 depreminden sonra kayıpları anlatan sahneler geldi. Empati kurdum ister istemez. Hayatında sahip olduğu her şeyi kaybettiğinin farkında değil o küçük kız şu anda. Kucağında 3-4 yaşlarında bir erkek çocuğu etrafa şaşkın bir şekilde bakarken evden ailesinin cenazeleri çıkıyordu. Ne uğruna demeyeceğim. Çünkü dersem gözlerim yine yaşaracak. Hayatın bir kez daha adil olmadığını gördüm dün gece. Kader deriz, kısmet deriz, böyle yazılmış, öyle olması gerekiyormuş deriz.. Bu, sadece içimizi rahatlatmak, durumu daha kolay kabullenmemizi sağlamak için..Tamamen yalan dolan tamamen kandırmaca..
Hepimiz elimizi vicdanımıza koyalım. Bir ay sonra kim hatırlayacak bu olayı? Ya da bir sene sonra?..
Birkaç sene önce bir film izledim. Hotel Rwanda.. Ruanda’da yaşanan bir içsavaş, içsavaştan da öte iki kabileden birinin diğerinin soykırıma uğratmasını anlatıyordu. Amerikalı bir gazeteci , dünyanın bu duruma gözlerini kapatmış olmasına isyan eder ve Rwanda Oteli’nin barında bir Birleşmiş Milletler görevlisi ile bu konuyu tartışır. Ve adam ona der ki; “Dünyanın her yerinde insanlar bu haberi izleyecekler. Buradaki katliamdan herkesin haberi olacak. Binlerce insanın öldüğünü, işkence gördüğünü, tecavüze maruz kaldıklarını bilecekler. Sonra da kanalı değiştirip akşam yemekte ne var diyecekler..”
Dehşete kapılmıştım bu dialogu duyduğumda. Çünkü tamamen doğruydu. Dün gece o röportajı dinledim, ağladım ve televizyonu kapatıp işimin başına döndüm. Gece de mışıl mışıl uykumu uyudum. Bugün de karşılaştığım birkaç kişiyle ayaküstü sohbet malzemesi yaptım bu konuyu..
İnsan olarak hislerimizi kaybediyoruz bence. Hissizleşmeden de öte duyarsızlaşma yaşıyoruz ciddi anlamda. Bu haberlere alışmış olmak, bazen midemde bir gurultuya ya da boğazımda bir düğüme daha neden oluyor. Kalkalım ayaklanalım bu böyle gitmez bir şeyler yapalım diyemeyecek kadar da korkağım üstelik. Sanırım gerçek anlamda bunu anlayabileceğimiz zaman, kendi çocuğumuzu, kardeşimizi, anamızı, babamızı sofrada akşam yemeğinde kendi tabağımıza koyduğumuz an olacak..

2.5.09

Robotum Larousse

Bir arkadaşımın (arkadaşım da sayılmaz aslında) ismine uygun bir bitki adı arıyordum internette. Neden böyle bir eylem gerçekleştirdim bilmiyorum, sanırım canım sıkılmıştı ve birileriyle uğraşmak istedim. Konu konuyu açtı vs vs.. Neyse sonuçta bitkiler sözlüğüne girdim ve buldum. Hatta kendime de buldum. Bana en çok “Elma” yakıştı kararına vardım.
Sonra bir an düşündüm de eskiden insanlar kütüphaneye giderdi. Ne biliyim ben çok az yakaladım o dönemi. Şimdi de giden gidiyordur elbette ama eskisi kadar yaygın olmadığını hepimiz biliyoruz. En ufak bir şey de google imdadımıza yetişiyor. En basit bir bitki adı için bile ya da bir filmin yönetmeni hakkında bilgiler.. Ve bunun gibi binlerce hatta milyonlarca şey için.. Peki sorarım ki eskiden insanlar daha mı az biliyordu ya da bilimsel ve eğitici kitaplar daha mı çoktu?..
Mesela hatırlıyorum ben, gazeteler ansiklopedi verirdi bilmem kaç kupona ve aylar sürerdi onları biriktirmek.. İnsanlar gerçekten aylarca yılmadan bıkmadan beklerlerdi. Akabinde biten kuponlar için kuyruğa girilir ve ansiklopediler alınıp eve getirilirdi. Ve herkesin evinde mutlaka olurdu onlar.. Temel Britannica, Ana Britannica, Larousse.. Sonra bir dönem de sözlük dağıtıldı. Redhouse serileri..
Geçen sene özel ders veriyordum İngilizce, matematik falan.. Çocuğun kitaplarını inceleyeyim dedim .. şu anda lisede.. Evde hiç ansiklopedi yoktu.. Çok şaşırdım. Hani ben de sürekli ansiklopedi karıştıran bir insan değilim ama ansiklopedi olmayan bir ev daha önce hiç görmemiştim.. Ama elektronik sözlük, bilgisayar (olmaması muhtemel değil) ve turkcell “merak ettiğini sor cevaplayalım” üyeliği vardı. Bunları kınamıyorum elbette. Zaman değişti ve hepimiz bir yerinden buna ayak uyduruyoruz. Cep telefonları, internet bağımlılığı ve akabinde gelen kütüphane yollarını bilmeme.. Elimizin altında internet kolaylığı varken neden kütüphaneye gideyim ki düşüncesi içimize girdi bir kere.. “Cep telefonu yokken nasıl yaşıyormuşuz?” sorusu gibi tıpkı..
Sadece düşüncem şudur ki; bundan sonra ne olacak? Yani bir sonraki aşama nedir.. Bilgisayarlar gidecek ve robotlar mı gelecek? Onlara temel britannica mı yüklenecek? Biz mi yükleyeceğiz? Derdimizi nasıl anlatacağız ona?.. Ne yer ne içer bu robot, Türkçe konuşabilir mi, adıma uygun bitki ismi bulur mu bana??..Çok tedirginim.

30.4.09

Aşk-ı Riya

Lisede dönem ödevlerimi hep edebiyattan alırdım... Zorunluluklara ihtiyacım vardı çünkü okumayı sevmezdim ve fakat okumam gerektiğini de bilirdim.. E ödev olunca da mecburen elime alırdım koca koca romanları.. Lise-1 di sanırım Aşk-ı Memnu'ya geldi sıra.. Okudum okudum elimden bırakamadım.. Melodramların insanıyım ben ağlar susar güler yine ağlarım. Bir çırpıda bitmişti koca kitap.. İyi de bir not almıştım..

Herneyse biraz önce tv'ye bakayım dedim; annem Aşk-ı Memnu'yu izliyor pür dikkat. Hatta "Çay oldu mu anne?", "Ben kilo mu verdim acaba?", "Recep Tayyip'i vurmuşlar biliyor musun?" gibi sorularımı "Ah valla yakalandılar bu sefer" yorumuyla sildi süpürdü.
Meşhur yasak aşktır Bihter ve Behlül'ün arasındaki.. Evli kadın kocasının akrabasını baştan çıkarır ve kaçınılmaz heyecanlı aşk macerası başlar. Macera diyorum çünkü aynı kalabalık evin içinde yaşarlar ve kapı arkalarında öpüp koklaşırlar gizli saklı.. Yazıldığı döneme göre olay yaratmış bu roman.

Ama ben bugünü düşünüyorum ve nedense hiç garipsemiyorum. Evli çiftlerin birbirini aldatması kadar doğal bir durum yok artık.. Doğallığı beraberinde doğruluğunu getirmez elbette. Ben bunu tartışmayacağım burada. Haberleri açtığımızda ya da gazetelerin 2 ve 3. sayfalarında hergün bu tarz olaylara o kadar çok rastlıyoruz ki. Tabii burda bir ikiyüzlülük var. 2. sayfa sosyete haberleridir. Ve birilerinin birileriyle kırıştırması "vooovvv hem de Paris'e gitmişler" şeklinde yorumlanırken, durum 3. sayfada böyle olmaz. "Kocasını aldattığı gerekçesiyle başı gövdesinden ayrılan kadın, 128 parçaya ayrılarak Gaziosmanpaşa civarındaki muhtelif konteynerlere atıldı" şeklindeki haber ise midemizi bulandırır ve sayfayı çevirmek bir kenara gazeteyi bile kapatıp atarız bir köşeye ve 2. sayfadaki haberin detaylı yorumları için magazin ekini elimize alırız. Midemizi bulandıran kısım, kadının parça pinçik olmasıdır ama bir yanımızda bunu hak ettiğini düşünür. Kendi içimizde kısa bir süre çelişir, insani yanımızı sesli olarak duyuyuruz ama içimizdeki ses herşeyin bir bedeli vardır yönünde olabilir kimi zaman.. Okumuş etmiş üniversite görmüş iki dil bilen insanlarız ya, yediremeyiz kendimize içimizdeki intikam duygusunu ya da kinlenme güdüsünü.. Yabani gelir, tamamen vahşi.. Ama zaten doğamız da bunu emretmez mi?...

İlk sayfasını boş bıraktım

Ben de herkes gibi yeni bir defter aldığımda ilk sayfasını es geçip ikinci sayfasından başlarım. İlk günler özene bezene yazar, hatta silgi bile taşırım yanımda. Ama ilk ortayı geçmeden bakmışım ki yazım yine okunmaz halde ve silgimi bilmediğim bir yerde bırakmıştım ve en kötüsü eksikliğini bile hissetmemişim.
Herneyse, madem bu ilk yazı biraz açıklama getireyim varolacak içeriğe dair. Burayı öyle vahim aşk hayatımı süslü kelimelerle falan anlatmak için açmadım. Amaç belli.. Bu bir gazete (gaste).. İşim madem insanlarla, madem tek hedef iletişim kurmak ben de bunu yapacağım.. Hergün karşılaştığım garip ama alışılmış, normal ama anormal, sıradan ama farklı olaylar olacak burda .. Tabii bunlar benim hayatımdan yansıyanlar, benim gözümden görünenler ve benim algımdan çıkanlar ..
Burada cümlenin öğeleri, imla kuralları ya da büyük ünlü uyumu yok.. Edebi cümleler yok..Birilerine atıflar yok.. Herşey açık ve net.. (İsim cisim vermem korkmayın:) 18 yaş sınırına gerek olmasa da küfür ya da argo içerebilir.. Çünkü bu benim, ben gerçeğim ve gerçeklerden kaçamazsın.. Beğenmeyen okumasın..:)
Sevgiler