27.8.09

Ve birgün farkettim ki..

Günler günleri kovaladı ve ben artık insan içine çıkma kararı aldım – aldırıldım – birkaç gün önce. Bir iki bir şey içmeye çıktım en yakın arkadaşımla. Hani bahsetmiştim ya beni benden iyi tanır diye. O işte. İçimden geçenleri benden önce söyler, yorumlar, süsler, örneklendirir, ispat eder ve konuyu kapatır. Tek kelime etmene gerek kalmaz çoğu zaman. Nasıl ki tuvalette falan kendi kendine konuşursun dergi okumuyorsan, onun dışavurumu. O viski içti, ben omzum tutulduğu için kas gevşetici içtim. Yanında da limonlu soda :)
Ağırlıklı olarak ben konuştum geleneklerimizi bozmayarak. Çoğunlukla çok olumsuzdum tıpkı bloguma gelen şikayetlerdeki gibi. Bu aralar böyleyim ne yapayım. Hiç bana uymayacak şekilde yakındım, şikayet ettim, lanet ettim, kendi kendime kavga ettim, hızlı giden arabalar ya da tecavüze uğrayan kediler yüzünden bile kendimi suçladım vs vs.. Kısacası çok sıkıcıydım ve evde kalmalıydım savımı yineledim. Arkadaşım dördüncü viskiye kadar katlandı bu duruma, haklı – haksız olduğum noktaları söyledi sabırlı bir şekilde. Detaylara girdi, başka taraflara çekti konuları. Ama son içkisinde durdu, sustu ve beni karşılıksız bir şekilde sevdiğini söyledi. Tam da sustuğum ve insanları izlediğim bir andı. Dedi ki; annemi, babamı, kardeşlerimi, diğer arkadaşlarımı, hemen herkesi bir karşılığı olduğu için seviyorum. Çok düşündüm ama seni sevmem için ne bir sebep buldum ne de bir karşılık.
Onu yıllardır tanırım, birçok konuda beraber büyüdük. Onu iyi tanıdığımı da biliyorum üstelik. Ara ara böyle laflar eder ama bu kadar çarpıcı (en azından şu zamanda beni çarptı) bir laf ettiğini duymamıştım. Geçen gün yazmıştım ya hani koşulsuz, karşılıksız, ehlileştirmeden falan birini sevebilir misin diye. O geldi aklıma, çünkü ben karşı çıkmıştım bu duruma. Yazdıklarımın çoğu kadın-erkek ilişkileri, aşk meşk üzerineydi ama bir dostluk hikayesi üzerinden düşünmemiştim olayı. O şekilde kurcalamamıştım. Hiçbir şey demedim o gün ona. Ne evet ben de diyip doğruladım, ne de hayır böyle bir şey olmaz olamaz diyip karşı çıktım. Sustum sadece..
İdrak kapasitemin çalışma süreci birkaç günü buldu tabii ki. Ama bu günleri boşa geçirmedi. Herşeyi en baştan aldım ve öncelikle onu neden sevdiğimi düşündüm. Ya da onca insan varken etrafımda neden en yakınım, her şeyi paylaşabildiğim tek insan o dedim kendi kendime. Üstelik hemcinsim bile değil. Hani kızların en yakınları hep kızlar olur ya, ya da tam tersi.
Çünkü onunla her şeyi istediğim kelimeleri kullanarak konuşabiliyorum. Kendimi kısıtlamıyorum ya da kibarlık yapmak zorunda kalmıyorum. İçinde bulunduğum en komik ya da kimi zaman gurur yaptığımızdan içimize attığımız olayları yaşadığımda, ben hemen telefona sarılarak ona anlatıyorum. Yanında ağzım açık uyuyabiliyorum, canım günlerce duş almak istemezse bunu ona söyleyebiliyorum çekinmeden, utanmıyorum ya da yanında ağlamaktan, üzülür mü diye düşünmüyorum onu görmek istemediğimi söylerken, çünkü biliyorum ki o da zamanı gelince bana söyleyecek. Muayyen günlerimi bilmesini, a derken b’yi kast ettiğimi anlamasını, kendime güvenmediğim anlarda ona güvenebileceğimi bilmeyi, en sevdiğim filmi benimle defalarca izlemesini, yan yana iken konuşmak zorunda olmadığımızı bana hissettirmesini ve en soğuk kış gününde bile açık havada oturmasını seviyorum. Ve söylemesem bile onsuz bir hayatın benim için ne kadar zor olacağını bilmesini seviyorum. Ve bunları düşündüğüm zaman, karşılığı sadece yüzümde tebessüm ise ve bunun onun yüzünde de var olduğundan eminsem bence ben de onu karşılıksız seviyorum.
Bu yazıyı şöyle afili bir cümle ile bitirmek isterdim yine ama içimden gelmiyor. Sanki bu sefer gerek yokmuş gibi..

24.8.09

Kibritçi Kız'ıma..

Bir zaman bir yerde yazdığım bir yazıda söylemiştim en sevdiğim hikayenin Kibritçi Kız olduğunu.. Bunu kurcalayanlar, kendince irdeleyenler, bana durmaksızın soru soran bir kesim için bu yazı. Kesinlikle planlamamıştım :)
Bu hikayeyi neden mi seviyorum?.. Çünkü ben hala hayal kurabiliyorum. Çünkü kendimi bu hayallerin gerçekleşebileceğine de inandırabiliyorum. Bir atımlık kurşunu yoktur hayallerin. Dilediğince, sınırsızca, koşulsuzca kurarsın çünkü. Özgür olabildiğin tek yer belki de orasıdır. Hayallerinin büyüklüğü kadar özgürsündür ya da. İstediğinde bulutların üstüne çıkar orada tepinirsin, ya da yerin dibine inip lavların arasında gezinirsin.. Metaforik bir dünyadır aslında hayallerin.
Kibritçi kız da bundan fazlasını yapmadı ki.. Her çaktığı kibrit de güzel masalsı bir düş gördü. Kibriti söndü, o yine yaktı, yine söndü, yine yaktı.. Yağan kara, evdeki üvey babaya, yalnızlığına, çaresiz bakışlara, gecenin karanlığına rağmen üstelik..
Başlarda isyan ettim bu ne biçim bir masal, çocuklara anlatılacak şey mi bu? diye.. Ölmemeliydi çünkü sonunda, biri yardım etmeliydi ona. Bir el uzanmalıydı, bir çaresi olmalıydı.. Ama bugün otuz yaşıma çok az kala anlıyorum ki ölmeliydi. Çünkü hayat masallardan çok farklı. Çünkü her gün sokaklarda yüzlerce kişi ölüyor. Çünkü zaman ilerledikçe hepimiz hayallerimizden ödün vermeye başlıyoruz. Ve kibritçi kızın da bize bunları anlatmak için öldüğünü anlıyorum artık.
Ve öğrendim ki insanı ne olursa olsun hayata bağlayan en önemli şey hayalleri, heyecanları ve tutkularıdır. Bunlardan biri bile kalmamışsa son kibriti de çakmışız demektir zaten..

23.8.09

Alt Üst Meselesi

Hani bazı normlar vardır. Toplum tarafından kabul görmüş, yapmayanı ya da yapanı yuhaladıkları, olmazsa olmaz işler.. Ne bileyim belirli bir yaşa gelen birini illa ki evlendirmek isterler. Çünkü yaşı gelmiştir artık yirmilerinin sonuna, işini gücünü askerliğini de yapmıştır. E başka ne yapacak ki bu hayatta evlenmek dışında?.. Ya da asla ve asla yapılmaması gereken şeyler vardır. Yanlış anlaşılmasın benim bahsettiğim, insanlık adına yapılması gereken şeyler değil, yani kör birini karşıdan karşıya geçirmek ya da hamile bir kadına otobüste yer vermek gibi değil. Bunlar, insaniyetle ya da vicdanla alakalıdır ki eminim hemen hepimiz bunlara uyarız. Ama çok yorgunsam bazen güneş gözlüğüyle uyuma numarası yapabiliyorum otobüste:)
Her neyse konuyu çok dağıtmadan, kısacası dogmalar diyeceğim ama biraz katılaştırır durumu sanırım. Yaşla, zamanla, rollerle, kimliklerle bizim için yapılması zorunlu öngörülen işler.. Neden var bunlar?.. Kim demiş 35 yaşında evlenmeyen bir kadın evde kalmıştır diye…!! Ya da neden evlenmeden çocuk yapamıyoruz ya da yapana neden kötü gözle bakılıyor?.. Ben bunların tamamen yanındayım ya da karşısındayım gibi bir duruşum yok. Yazılarımdan bohem bir kişilik olarak algılanmak istemem ama kati kurallar canımı sıkıyor sadece. İlla ki yap ya da yapma denilen şeyleri özellikle yapmak istiyorum bazen doğru yanlış umursamadan.
Mesela sünnet meselesine de çok takılırım. Tamam duyduk okuduk biliyoruz ki temizlik için yapılan bir şey. Ama ya sünnet edilen kişileri birçok şeyden mahrum ediyorsak fark etmeden? İnsanlar yaşı ilerledikçe temizliğine özen gösterir elbette, çocuk yaşlarda bunu başaramıyor olsa da. Ama ya bir kadınla çok daha büyük hazlar alabilecekken, kaybettiği parçası ona bir oyun oynamışsa?.. :) Sormadan etmeden kesip alıyorlar bir de düğünlü dernekli çok güzel bir şeymiş gibi kutluyorlar garip garip kıyafetlerle. En azından yaş kemale erince tercihli bir şekilde yapsınlar ne bileyim.
Kaldı ki ben geleneklerin çok da yok olmasını isteyen biri değilim. Mesela bayram kahvaltılarını severim, gariptir ama cenazeleri de severim.. Tabir-i caizse gavur adetlerine öyle özenmem pek. Sadece şunu düşünüyorum; dayatılan bu yaptırımlar ya gerçekten mutlu olmamızı engelliyorsa? Bizim biz olmamıza engel oluyorsa?..
Çok uç bir örnek vereceğim. Evli bir adam, genç yaşta evlenmiş çoluğu çocuğu olmuş aradan da geçmiş 15 sene. Aşk, yerini saygıya huzura bırakmış ama birgün aşık olmuş başka bir kadına. Ne yapmalı şimdi bu adam?.. Kırk yaşlarında üstelik. Daha önünde yaşayacağı onlarca yıl var ya da yok bile. “Sevgi emektir” diyip aşkını kalbine dönüp gitsin mi?.. HAYIR!!!! Hayat belki ona bir şans daha sundu, belki son şansı midesindeki kelebekler için.. Ama toplum aldatmak için ya da eşini bırakmak için ne der?.. Bunları düşünür ve fırsatı tepip yuvasına döner, hala orası onun eski yuvasıysa tabi..
Sadece bazen değişimler karşısında korkuyoruz. Değişen dünyalar başka dünyaların da temellerini atar. Yeter ki biraz cesaret, biraz kuvvet, bir tutam sabır ve az biraz da bilgeliğimiz olsun hayata dair.. Hayatımız alt-üst olur diye korkmayalım.. Elif Şafak’ın dediği gibi hayatımızın altının üstünden daha iyi olmadığını nereden biliyoruz? ..

22.8.09

-e rağmen Çözümleme

İyi günde ve kötü günde, sahiplenmeden, koşulsuz, nedensiz, beklentisiz, değiştirmeden, ehlileştirmeden hatta kendine rağmen insan sevebilir mi birini?!!..

Bir insan sever. Hem de çok sever. Ama sahiplenmeden sevgi nasıl olur ki? Ya da sahiplenmek kötü bir şey mi? Kadınlar neden kendilerini sahiplenen erkeklere daha büyük tutkuyla bağlanıyorlar peki?.. Sahiplenmek korumaktır diğer bir deyişle. Korunmak güdüsüne karşılık bulmaktır. Emretmek değildir ya da dediğini yaptırtmak. Başkasına yan gözle baktığında gözünü oymaya çalışmak da değildir. Gök gürüldediği zaman sarılmaktır sahiplenmek. Yaptığı kötü yemeği, Fransız şarabında marine edilmiş ördek gibi hayal etmeden yemektir. Onun yaptığını bilmek yetmelidir çünkü. O, kilolarından utanarak yolda yürürken elini tutmaktır sıkıca.
Koşulsuz evet denir mi her lafa, her söze, her yüze?.. Bulunduğun koşulları önemsemeden yürünür mü göz göze?.. Ne zor.. Koşullar ona aylarca git dediğinde ardında beklemek, sana sus dediğinde yutmak, gül dediğinde ağlamamak, yok dediğinde yaratmak olursa sevgi için ne zaman, ne derman ne de umut kalır. Bugünü düşünüyorum elbette, bugünü düşünmek zorundayım. Leyla ve Mecnun çözümlemesi değil ki bu hayat.
Nedensiz sevebilir misin birini?.. Nedensiz seversen eğer herkesi sevmen gerekir. Ama sen O’nu sevdin. Bir nedeni var ki sevdin. O olduğu için, kırmızıyı sevdiği, şort giydiği, yemek yaptığı, sana öyle baktığı için sevdin. Neden diğerini sevmedin?.. Çünkü o, yağmurdan rahatsız olup şemsiyesini açardı..
Beklentiler ise zamanla oluşur. Zamanla kocaman olur hatta. Beklenmedik anda çıkar beklentiler üstelik. Bir zamanlar telefonla konuşmak için tuvalete gitme numaraları yaparken, zamanla günde bir defa sesini duymak yeterli olur. Ama bir tarafa yetmez asla. Bunlar beklentiye dönüşür zamanla ve çoğunlukla da karşılıksız kalır. Beklenti de kötü bir şey değildir ki. Seven insan bekler. Daha çok sev ister, daha çok gel, daha çok konuş , daha çok dokun, gül, umursa, ilgilen .. Bunlar ilişkiyi pekiştirir aslında doğru kullanırsan. Dibine kadar, dolu dolu yaşamanı sağlar. Yaşadın mı da efsane yapar..
“Kendi kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen, başkalarını değiştirmeye çalışma da şansının ne kadar az olduğunu anlarsın” der Voltaire. İstese de istemese de kimse kimseyi gerçek mealde değiştiremez zaten. Zaten değiştirmemelidir de. Sonuna kadar karşıyım buna. Böyle sevdin beni. Kel kafamla, koca ayaklarımla, ellerimle yediğim balıkla, yalanlarımla, rüyalarımla.. O zamandan bu zamana bir şey değişmedi ki.. Hala ayakkabı bulamıyorum ayağıma göre, ya da restaurantta hala garsonlar bana bakıyor kılçıkları ayıklarken. Değişen ben değilim ki..
Ve cümlenin en anlamlı kısmı sanırım : Kendine rağmen birini sevmek.. Yukarıda yazdığım her şey değişebilir. Koşullar değişir, beklentiler yerini huzura verir, nedenler zamanla gülümsemene neden olur, değişimlere de alışılır.. Bir insanın en büyük düşmanı yine kendisidir kanımca. İçinden gelen, o susmayan sesler vardır ya hani.. Bütün kötülüklere, günahlara çağıran seni.. Bir an kanını donduran, bir an şelaleler gibi akmanı sağlayan.. O ses susmaz. Susmadıkça da –e rağmen olmak zorundadır.
Bu sorunun cevabına yorum yazmayacak kadar mutlu, inanmış, hayalperest, ve hatta kendim-e rağmen güvenmiş olmak isterdim ve buradan uçuşan kalpler göndermeyi dilerdim herkese.. Deneme-yanılmalar bitmez elbette ama yalan söylemeye kalkan birinin önce kendini inandırması gerekiriyor sanırım..

15.8.09

Hani Olur ya..

Hani asansör boşluğuna düşerken bir ürperme gelir ya içine, hani çok iyi bildiğin bir şarkının sözlerini unutursun aniden, hani bütün mevsimler kışa döner ya birden, hani bir tabak pilavın içinden tek bir taş parçası çıkar, hani hapşırırken bir an kalbin durur ya, hani çok açken bir saç teliyle bütün iştahın kapanır ya, hani kendi dilini konuşamazken yeni diller öğrenmeye kalkarsın ya, hani uğruna ödenmeyecek bedel yokken birden kapının arkasına saklandığını hissedersin ya, hani her filmin kahramanı sen iken birden yoldan geçen figüran olduğunu fark edersin ya, hani bir yağmur tanesi araba camından sakin sakin akar ya, hani dakikalar bir ömre bedel denir ya, hani kırlangıçlar 6 ay yaşar ya, hani dünyanın her yerini görmek istersin de markete gidemezsin ya, hani her yaz geldiğinde geçen yaz ne giydiğini düşünürsün ya, hani seni senden iyi bilen biriyle konuşur da üzülürsün ya, hani arkanı dönüp giderken, gitme diyen birini bırakmazsın ya geride, hani bir tek senin oturduğun yere güneş gelir ya, hani en sevdiğin filmin ancak sonuna yetişirsin ya, hani yola çıkmalı diye düşünürsün ya sabah uyanınca, hani saçında ilk kez beyaz bir tel görürsün ya, hani ıssız bir adaya düşsen yanına ne alacağını bilemezsin ya, hani biri ölünce söyleyecek birşey bulamazsın ya, hani en sevdiğin hikayenin kibritçi kız olduğunu anlarsın ya, hani en parlak yıldız gözünün önünde kayıp gider ya, hani çok seversin de kaçmak istersin, hani çok şey söylemek istersin de susarsın ya, işte bu aralar böyleyim..

14.8.09

Klon Hayatlar

Acaba kimse düşünmüyor mu bu hayatı kaç kişilikli yaşadığımızı? Kaç kadınız, kaç erkek, kaç çocuk, kaç ruhuz.. İçimizdeki sesleri hep bastıran mıyız yoksa çığlık çığlığa bağırtan mı?..
Kimse inkar etmesin bazen cenazenin ortasında gülmek istediğini ya da bir toplantıda karşı sandalyede oturan adamın kol kaslarını düşündüğünü.. Arkadaşının düğününde hüzünlenmediğini ya da gülümserken içten içe ağladığını..
Bu hayatta çok kimlikle yaşıyoruz. Rollerimize göre değişiyor belki de.. Anne olmak şefkati getiriyor patron olmak ciddiyeti.. Peki ama neden bu kadar ödün veriyoruz ruhumuzdan?.. Ya da bunlar birer ödün mü emin değilim.. Her zaman , her istediğini, istediğin yerde yapamaman bir olgunluk olarak nitelendirse de, ya da bizi çocuk, kedi, köpek olmaktan ayırsa da ben bazen sıkılıyorum ya. Bazen sabahlara kadar hazırladığım raporları uçak şeklinde sunmak istiyorum patronuma ya da canım sıkkın olduğunda gizli gizli tuvalet köşelerinde değil de yolun ortasında oturup, ellerimi yerlere çarparak bağırarak, küfrederek ağlamak istiyorum, umursamadan kimseyi. Sıkıcı bir konuşmanın ortasında karşımdakine bir tokat atıp yeter sus demek istiyorum kimi zaman, sıkıldım, başım şişti sus artık demek.. Ama yalandan konuya dahil olarak geçiştiriyorum bu kıymetli zamanları. İkiyüzlülük mü bu ya da samimiyetsizlik mi? Yoksa aksine ilerleyen yaşların vermiş olduğu bir yükümlülük mü? Ya da içindeki özgürlük canavarının, ruhundaki melekle savaşı mı?..
Aklından geçeni yapamamanın, ruhunu kopya kopya çoğalttığını görürken asıl gerçek olan tek kopyayı tükettiğini fark edemiyor insan bazen. Sorumluluklar, zorunluluklar, yükümlülükler cesur insan bırakmadı bu hayatta kanımca. Kaç kadın kimbilir kocasından yediği dayakların acısını, eski sevgilisini düşünerek yendi? Yoksa kapının kenarına vurdum yalanlarının nasıl türediğini mi tartışmak lazım.. Babasının, annesinin, törelerinin korkusuna eşcinsel olduğunu gizleyip, ömrünü asla sevemeyeceği bir kadına, baş koyduğu yataktan asla haz alamayacağı bir evliliğe veren insanlar var bu dünyada. Onlar kaç kopya dersiniz? Kimisi baba rolünü bile üstleniyor üstelik.
Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde birgün bir komşunuzu görebilirsiniz. Aslında ne kadar da sakin kadındı, nasıl sessizdi, havuçlu keki de pek güzeldi yorumlarınız, onun kendini öldürdüğü haberin üstüne düşer. Meğer kan içmiş de kızılcık şurubu demiş kadıncağız dediğimiz nokta, onun aslıyla tanıştığımız, kopyalarını gözden geçirdiğimiz yerdir.
Merak ediyorum da bu dünyadan göçerken, geride kaç kopya, kaç siluet, kaç asıl, kaç suret bırakacağız.. Hangilerine gerçekten üzülen kopyalar, hangilerine asıllar kalacak?.. Siz iyisi mi beraber uyuduğunuz bilmem kaç yıllık eşinize de, her hafta evinizi temizleyen o kadıncağıza da sakın güvenmeyin. Gerçeğine ulaşmaya çalışın, çünkü yüzünüzü güneşe çevirirseniz gölgeleri göremezsiniz. O zaman işte beraberce yaşamamanın, el ele yaşlanmanın da hiçbir anlamı kalmaz.

13.8.09

Seni Küçük Aptal

Hani bazen geçmişe dönmek isteriz, tek bir günü belki tek bir anı bir kez daha yaşamak.. Bu yazıyı okuyan herkes de bir an düşünecek.. Hangi gün olmalı diye?.. Babasını kaybetmiş olanlar onun kucağında oturduğu bir anı hayal edecek, sevdiğine bir daha kavuşamayacak olanlar onun dudaklarını bir kez daha hissetmek isteyecek, dünyanın en güzel yerine yaptığı ziyareti tekrarlamayı arzulayacak belki de birileri geçmişe hiç dönmek istemeyecek. Zaten cennetinde hurileriyle beraberdir, kimbilir:)
Ben çocukluğuma dönmek isterdim. Ama bu halimle, bu yaşanmışlıklarımla.. Kendimi alıp kucağıma oturtmak ve sohbet etmek isterdim. Derdim ki ona;
Sakın şimdi ağlama. O bebeklerin hepsi senin olacak ve senin olmasa da hepsini unutacaksın zamanla. Ama bazı acılar yaşayacaksın. Bunlara hazırlıklı olmalısın. Her zaman güçlü olmalı ve anneni dinlemelisin. Ama sakın seni korurken bir sürü güzellikten de mahrum etmesine izin verme. Onu dinle her zaman ve içine yer et. Ama bildiğinden de bazı zamanlar şaşma. Ne zamanlar deme bana.. O gün anlayacaksın. İçinde hissedeceksin bazen de kalbinin sözüne inanacaksın. Dosdoğru gidip duvara çarptığın zamanlar ise asla pişman olma. Asla geriye dönüp de sızlanma. Yoksa kendine olan güvenini, en önemlisi de saygını yitirirsin. Bazen yüreğinde acı duymak iyi gelecek sana. Yaşadığını, hala hissedebildiğini anlamana yardımcı olacak. Üstelik bunu bir kere de yaşamayacaksın.
Okuma ve yazmana çok önem ver. Ödevlerini yapmak zorunda değilsin ya da notlarının her zaman yüksek olmasına gerek yok. Sadece anneni ve babanı mutlu etmek istiyorsan bunlara önem ver. Çünkü hayat aldığın yüksek notlardan daha fazlasını isteyecek zaman ilerledikçe. İşte o zamanlarda sana okuduğun şiirler, hayat tecrübelerine güvenebileceğin yazarlar, yazıp çizip attığın kağıt parçaları yardımcı olacak. Daha kolay üstesinden gelmeni sağlayacak.
İnsanlara her zaman güvenme. Kendine güven ve zamana. Zamanın seni yoğurmasına izin ver. Erken yaşta isyan etmene neden olabilir kimi zaman. İsyan et, bağır, ağla bazen evi terk et için rahat edecekse. Ama dönemeyecekmişçesine ayrılma oradan. Çünkü en mutsuz zamanlarında, evindeki tuvaletin kokusunu bile özleyeceksin.
Kimsenin kalbini kırmamaya özen göster. Bunu çoğu zaman başaramayacaksın ama burada önemli olan, bunu erken fark edebiliyor olman. Hemen telafi etmeye çalış. Çünkü arkanda bıraktığın her kırık kalp, sana geri dönecektir, bundan emin ol. Ve insanlara senin de bir ailen, senin de bir ruhun, senin de güçlü görünen bedeninin ardında küçücük bir kız olduğunu unutmadan davran. Geriye dönüp baktığında keşke yapmasaydımların yerini hep iyi ki yapmışımların alsın.
Aşka inan. İlk görüşte olan, platonik, karşılıklı, tutkulu ya da acı veren.. Aşk gerçektir. Gerçek olmayan insanlardır. Sen hep gerçek ol. Birgün birileri seni anlayacak inan bana ve umut et ki bunlar beklediğin kişiler olsun.
Bazen çok kızgın olacaksın hayata. Sindiremeyeceksin, yutamayacaksın, susamayacaksın.. Kendini kaybedeceksin bazen. Unutma, kaybolduğun yerde seni bulacak tek kişi yine sensin. Çok zor biliyorum bunu anlamak, ama zaman sana bunu öğretecek. Ama bu dönemlerde çok yalnız hissedeceksin kendini. Hiçbir dosta sığınamadığın, ailene gidemediğin zaman boş duvarlara bakacaksın. Onlardan medet umacaksın. Sakın paniğe kapılma, hepsi geçecek ve her zaman yenileri gelecek. Sadece içindeki o yalnızlık hissi asla bitmeyecek. Korkma ama zamanla ona da alışacaksın ve hayatını bu yönde kuracaksın. Hatta tek başına mutlu olmayı öğreneceksin. Bu seni herkesten daha güçlü kılacak.
Her zaman mantığınla duyguların arasında kalacaksın. Çoğunlukla da kalbini dinleyeceksin. Ve çoğunlukla yanıldığını hissedeceksin. Asla asla kalbini dinlemekten vazgeçme. O sayede sevdiğin bir işin, acı tatlı deneyimlerle dolu bir hayatın ve etrafında gerçekten güzel insanların olduğu bir dünyan olacak.
Sana söylemek istediğim o kadar çok şey var ki küçük aptal.. İlk zamanlar babandan çaldığın sigaralar senin en büyük tutkun olacak. Kimse onu ne kadar sevdiğini ve hayatta en sadık kaldığın parçan olduğunu anlamayacaklar. Zaman ilerledikçe ona olan sevgin de hiç azalma olmayacak ama her büyük sevgi gibi o da sana zarar vermeye başlayacak. Bu yüzden bence tüm acını kalbine bir kez daha gömüp ondan vazgeçmelisin. Ve kilolarını dert edeceksin uzun bir süre. Hayatın cehenneme dönecek. Sakın üzülme. Zaman ilerledikçe o kadar güzel olacaksın ki, gerçek güzelliğin başka yerlerde olduğunu anlamış, olgun bir kadın gibi.. Yine de yediklerine bir ömür dikkat edeceksin:) Bu sanırım vazgeçilmez bir şey..
Son olarak, sadakatin değerini öğrenmelisin. Bunun için çok çalışmalısın. Ailene, sevdiklerine, sevgililerine, inandığın değerlere, yaşadığın yere, ekmek yediğin tabaklara ve kendine verdiğin sözlere sadık kalmalısın. Çünkü en zor olan bu. Bunu başardığın zaman, senin önüne geçebilecek hiçbir şey kalmayacak. Herşeye rağmen kocaman kahkahalar atacağını bildiğim, ve ne olursa olsun yaşamın değerini bilip şükredeceğin için artık oyuncaklarını kırmana izin veriyorum.. Çünkü bu konuşmayı tamamen unutup, bunların çoğunu yapmayacağını da biliyorum. En azından yıllar boyu sakın hiçbir şey yapamadım deme, yaşadın ya seni küçük aptal..

A Woman in Neverland

Sadece bir adama ait olmak ve yıllarımı onunla geçirmek istiyorum. Sadece ona kahvaltı hazırlamak, pazar yürüyüşlerimi onunla yapmak, ilk ve tek oğlumu ona vermek, tüm zayıflıklarımı ona göstermek, hatalarımı beraber tamir etmek, sadece ona ağlamak, yanında utanmak, arkasında sonsuza dek durmak istiyorum.. İçimde hiç şüphe olmadan üstelik.. Acabalara, keşkelere, yine mi lere yer vermeden..
Sadece ona ait bir kadın olmak.. Bazen annesi olurken çoğunlukla küçük kız çocuğu gibi davranmalıyım. Dilediğimce şımartsın beni.. Azarlasın gerektiğinde.. Yanımda olsun her anımda.. Zor günümde benden çok ağlasın ki ben onu güldürmeye çalışayım. Sürprizlere yer vermesin hayatımızda. En büyük sürprizi işe gitmeyeceği zamanlar olsun. Bütün günü benimle geçireceği zamanlar için çırpınsın..
Bir de elimi öyle bir tutsun ki; asla gidemeyeyim.. Dokularıma, hücrelerime, dna larıma kadar işlesin. Hiç gitmek istemeyeyim. Gitmesin diye de elimden geleni yapayım. Kabuslarla uyanayım uykumdan.. Her gece saat kurup kalkayım da kontrol edeyim yanımda mı diye..
Hep dinlesin beni. Ne saçmalarsam saçmalayayım bilsin içimden geçenleri. Umursasın söylediklerimi ki ben de onu dinleyeyebileyim.. Sıkılmadan, yorulmadan, saatlerce gecelerce konuşsun.. Çayına bir ömür eşlik edeyim.. Bir ömür şekerini ben karıştırabileyim..
Aklıma gelsin uzaktayken.. Yüzümde gülümsemelere, kalbimde ritmik dans gösterilerine dönüşsün varlığı.. En iyi şekilde yapabileyim işimi, bir an evvel bitsin de kavuşabileyim diye.. Koşa koşa tutayım evimizin yolunu..
Sadece o dokunsun bana istiyorum.. Onun ellerini ezberlemek, onun iç çekişlerini bilmek, onun nefesinin kokusunu hatırlamak.. Üzerimde parmak izi testi yapılsa, tek suçlu o olabilesin. Onun yanında yaşamak onun kollarında ölmek istiyorum. Çok mu şey istiyorum be?..

12.8.09

Doğmamış Çocuk, Olmamış Meyve, Gelmemiş Sevgiliye..

Biliyorum. Orada bir yerdesin ve beni bekliyorsun. Geleceğim ve merhaba diyeceğim anı iple çekiyorsun. Seni bulmamı, belki geri dönmemi kimbilir belki de karşılaşmamızı diliyorsun. Benim bastığım kaldırım taşlarına basıyorsun çoğu zaman. Bazen de benim bindiğim asansördeki parfüm kokusu sana ait oluyor. Ve yine kaçırıyorum seni birkaç dakikayla. Sabahları senin bindiğin vapurdan akşamları ben iniyorum kimi zaman. Ve senin içtiğin çay bardağından yudumluyorum demli çayımı, bol şekerle. Çoğu zaman da senin beğenmeyip almadığın filmi günlerce arıyorum. Bulduğum da ise günüm güzelleşiyor. Sen yapıyorsun bunu farkında olmadan. Bazen de omzuma düşen saç teli senden geliyor. Elime alıyorum, parmaklarımda hissediyorum bir an ve rüzgara doğru bırakıyorum..
Bazı günler içinde anlamadığın bir sıkıntı oluyor. Bir de bakıyorsun ki benim gözyaşlarım yağmurlarla gelmiş sana. O zaman anlıyorsun işte.. Sen kırmızı ışıkta takıldığın zaman, aslında önünden yürüyerek geçen benim. Ama sen radyonla uğraştığından görmüyorsun bunu.
Restaurantın tuvaletinden çıkarken yan kapıdan ben girmiştim aslında. Kapı hala sallanıyordu. Acaba oradaki kadına para vermeden kaçmak yerine, kolonya ve mendille biraz daha oyalansaydın.. Ya da ben saçlarımla neden bu kadar uğraştım ki?..
Sahilde içtiğim sigaranın dumanı seni rahatsız ediyor mu? Geliyor mu, ulaşıyor mu sana? Benim ciğerimden, en derinimden çıkan dumanı ellerinle gökyüzüne mi dağıtıyorsun yoksa? Bu yüzden mi bulamıyorsun beni?
Arka masada yüksek sesle konuşan adamsın belki de.. Rahatsız olup kalkıyorum senden. Yediğim yemeğin tadını kaçırıyorsun diye kızıyorum. Bahşiş olarak bıraktığım bozuklukları kafana atmak istiyorum böyle zamanlarda.
Uzun otobüs yolculuklarında arka koltukta sürekli uyuyansın bazen de.. Ben şehirleri, insanları, sokakları, tuvalet kuyruklarını, çorba sıralarını geçerken sen hep uyudun orada. Sabaha doğru ben uyandığımda önceki durakta inmişsin meğer..
Kimsin sen? Neden hala karşıma çıkmıyorsun? Utanıyor musun yoksa? Belki de seni beğenmeyeceğim, sevmeyeceğim sanıyorsun, kimbilir.. Daha kaç zaman seni bekleyeceğimi sanıyorsun. Zaman öylesine hızla akıyor ki.. Biz akreple yelkovan olacağımız yerde kadranın içinde birbirimizi arıyoruz hala. Ters yönlerde.. Zamanın akışını değiştirerek umut ediyoruz.. Nerede hata yapıyoruz dersin?..
Güneş gözlüğüm yok, kırmızı karanfilim, yeşil ceketim, benekli çantam yok.. Tüm çıplaklığımla bulmalısın ki beni, sen olduğunu anlayabileyim. Ya sen diye başkalarına inanırsam günün birinde? Ya başkasına sevgi sözcükleri fısıldarken sen önümden geçiyor olursan?.. Ya yanlışlıkla başkalarının bedenine, ruhuna gizlenirsem? Ya bunu fark ettiğimde çok geç olursa? ..
Bul artık beni be adam.. Buradayım işte. Ne yürüyorum,ne duruyorum, ne kimselere senden bahsediyorum, ne gidebiliyorum, ne kalabiliyorum, ne uzuyorum, ne güceniyorum, ne de büyüyebiliyorum.. Kucağında, yanında, yamacında, gözlerinde, sözlerinde, içinde, dışında, her yerinde büyüt beni artık be!.. Ben yolumu kaybettim, sen bul be adam!!...

11.8.09

Dooo Bir Külah Dostumaaaa ..

Sevdiğim herkesin bir sorunu var. Hepsi bir mücadele içinde bu aralar.. Kimi maddi kimi manevi kimi her ikisiyle de.. Zaten maddiyat ve maneviyat arasında doğru orantı vardır. Para var imkan var, parasız saadet olmaz, para bütün kapıları açar sözleri çok da bilinçsizce söylenmemiştir yani. Ama bir de işe şu yanından bakmak lazım gelir ki, alçak ruhlu olanlar sadece para arar, yüksek ruhlu olanlar ise sadece mutluluk ararlar. Ama akıllı olanlar her ikisini de ararlar. Arkadaşlarımın zekasından kuşku duymadığıma göre, sanırım bu yüzden tam anlamıyla mutlu olamadıklarını anlayabiliyorum.
Neyse konu para değil. Benim konularım asla da hesap işleri olamayacaktır sanırım hele de bu aralar beş parasız kalıp sadece evde yazı yazdığımı düşünürsek:) Geçen gün ünlü birinin bir röportajını okudum bir yerde. Demiş ki; Arkadaşlarıma hatta en yakınlarıma bile kötü zamanlarımı anlatmam, onlarla asla paylaşmam. Sadece iyi günlerimde yanımda olsunlar isterim, çünkü insanlar artık başkalarının kötü durumlarından besleniyorlar.
Ne demek istediğini önce algılayamadım, bayağı bir düşündüm. Çünkü bize öğretilen her zaman kötü gün dostu önemlidir ve kötü gününde yanında olan biri gerçek dostundur olmuştur. Hatta, zor zamanlarında yanında olmayanları bir çırpıda silersin telefon defterinden.. Mesajı geldiğinde de tanımamazlıktan gelirsin. Bu kadının söyledikleri ise, tam anlamıyla bir karşı tez oluşturuyor bu durumlara. Ne yani, ben herkesle çılgın partilere gideyim, çapkınlık dolu eğlenceli tatiller yapayım, hatta sadece komedi filmlerine gideyim onlarla ama başım sıkışınca bunun üstesinden tek başıma geleyim. Neden? Çünkü ben kendimi kötü hissettiğim zaman, her ne kadar beni gerçekten sevseler de benim kötü enerjim onlara bir şekilde iyi geliyor. Neden? Çünkü kendilerinden daha kötü olanları gördükçe insan kendini daha iyi hisseder, en yakını bile olsa. Ve en acı dolu cümlem bu olacak ki çok haklı..
Dostluklar da diğer bütün kavramlar gibi çok dinamik bir yerde duruyor. Her an değişime hazır, her an değiştirilmeye hazır. Zaman, gelişmiş dünya, ilerlemiş teknoloji, hatta küreselleşme bütün kavramları tersyüz ettiği gibi değişmeyecek denen dostlukları da değiştirdi. İyi bir şey mi oldu kötü mü çok emin değilim aslında. Eğer kötü dersem kendimi ve herkes kandırırım çünkü bu düzenin bir parçasıyım, kendi dünyamın hatta en büyük halkasıyım. Bunu sürdürenlerden biriyim yani. Ama iyi dersem bu değişime, artık varolmayacak kırk yıllık dostluklara haksızlık etmiş olmaz mıyım?..
Ben üzülüyorum. Gerçekten dert ediyorum. Çareler düşünüyorum çocukça bile olsa. Bir çözümü vardır diyorum en azından, rahatlatmaya çalışıyorum tüm içtenliğimle. Uykularım kaçmıyor belki ama empati duygumu ne olursa olsun korumaya çalışıyorum her şeye rağmen. Bunu tam anlamıyla gerçekleştirebiliyorum diyemem, çünkü dedim ya ben de bu arsız kuşağın bir parçasıyım. Ama deniyorum. Denemekten de zarar görmüyorum. Üstelik zarar da vermemeye çalışıyorum böylelikle. İnsan olmaya çalışıyorum, insan olmanın etten kemikten ibaret olmadığını anladığım yalnız zamanlarımdan bu yana..
Bunlar derin mevzular.. Öyle bir iki paragrafla anlatılacak gibi değil.. Yazı dizisi hazırlarım belki bir zaman ama kulaklarımda yine şu cümleler çınlıyor. Sevgili dostum Oscar Wilde’dan..
“Bir dostun üzüntüsüne her kim olsa katılır; bir dostun başarısına ise ancak yüksek bir ruhta olanlar sevinir.”
Bildiği bir şey var demek ki…

Yağmurlu Günlerin Tadını Çıkarmak Dileğiyle..

İnsanoğlu.. Ne de çabuk alışıyor iyiye, güzele ve en çok da kolay olana. Halbuki kolay olmak kötü bir şey değildir ki. Hayatın daha sorunsuz yaşanmasını sağlar. Neden manava gidip de bir kilo elma alıp keyifli keyifli yemek varken, ağacın en tepesindeki içi kurtlu olan en kırmızı elma daha kıymetli olur? Neden illa ki ona ulaşıldığı zaman tadı bir başka gelir insana?.. Üstelik tadı daha güzeldir manavdakinin.. Daha parlak, daha çekici, daha sulu, daha tatlı, daha elma gibi.. Çünkü alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra da kırılmayacak kadar güçlü olur..
Biz, bizim için doğru olandan kaçarız ezelden beri. Bizi gerçekten seven ve mutlu edecek sevgiliden, asla şaşmayan anne-baba öğütlerinden, geleceği bizden önce çoktan yaşamış herkesten.. He kaçarız, alırız boyumuzun ölçüsünü ve sonuç kürkçü dükkanı olur gözyaşları içinde.. Asıl mesele de bundan sonra başlar zaten. Döndüğün yer aynı yer midir?.. Geride bıraktıkların hala bıraktığın gibiler midir?..
Asla olamaz.. Çünkü hayatta bazı bedeller vardır. Ama aklın başına sonradan gelmiştir, ama daha çok gençsindir, ama deneyimlerin yetersizdir, ama şımarıklık etmişsindir, ama ama ama … Sebebin ne olursa olsun bu bedelleri ödemen gerekir nefes almaya devam etmeye kararlıysan. Ve şikayet etmeye de hakkın yoktur bu saatten sonra. Hani derler ya bir bardak soğuk su iç üstüne.. Aynen o hesap.
Soruları, sorunları fakat buna rağmen hayata bağlılığı asla bitmeyen bir arkadaşımla konuştum bugün. Son dönemin en popüler sözünü söyledi bana. Kör ölür badem göz olur.. Kesinlikle katıldım ona ilk başta, çünkü deneyimsiz sayılan kalbim her kırıldığında geçmişe, geçmişten birine dönerim. Ama geçmişte bana her defasında sırtını döner. Haklı olarak.. Nasıl ki her seçim bir terk ediştir, ben onları seçmedim, gözüm bile görmedi onları zamanında. Şimdi ne hakla kızabilirim ki, hesap sorabilirim ki.. Bize yapıldığı zaman isyan ettiğimiz bir şeyi karşındakine yapıyorsun ve seni tekrar eskisi gibi sevmesini bekliyorsun karşısında durup..Fütursuzca..
Tam bu noktada insanlara karşı olan adaletimi sorgulamalıyım. Evet bundan çoğu zaman kaçıyoruz. Zor olanı elde etmeye çalıştığımız için kendimizle gurur duyuyoruz hatta bazen. Sürekli yanımda diğeri, zaten cepte, zaten istesem de gitmiyor, bir kenarda beklesin mantığıyla iki tarafa da aslında ne büyük haksızlık ediyoruz. Ve sonucu ne oluyor. Herkes dengini buluyor ve bir şekilde bir zaman gidiyor. Ve yalnız kalıp bunları sorgulamak zorunda kalan sen oluyorsun. Üstelik buna cesaretin varsa, çoktan kendine yeni kurbanlar bulmadıysan..
Ben ne yaptım, nerede hata yaptım, neden gitti deme artık.. Sen zaten onu hayatına hiç almadın ki.. Sen onu hiç sevmedin ki.. Sen yalnız kaldığın günlerde kitabının ayracı, yağmurlu günlerde şemsiyen yaptın onu. Ve bulutların arasında güneşi gördüğün anda dolaba kaldırdın. Ve ne zaman ki uzun ve sessiz kış geldi bir de baktın ki dolabının en dibinde tozlanmış, çürümüş çoktan ölmüş.. Arkasından ağlasan ne fayda artık?..
Adalet haksız olana zalim gelir. Çünkü her insan kendi gözünde suçsuzdur..

Sular Kadar Pişman

Bayağı bir zamandır etrafımda pişmanlık hikayeleri dolaşıyor. Karısını-kocasını aldatanlar, yalan söyleyenler, doğruyu söyleyenler, sessiz kalanlar, birilerini sessizliğe itenler ve bunun gibi hataları olduğunu düşünen insanlar konuşuyor. Konuşuyor diyorum, çünkü hiç susmuyorlar. Durmaksızın kelimeler, cümleler veya paragraflar üretiyorlar. Saçmalıyorlar hatta çoğu zaman. Bunun nedeni sanırım içlerini rahatlatmak. Hani bahsetmiştim ya günah çıkartmak bir nevi.
Pişmanlık kanımca bir erdemdir. Gerçekten pişmanlık hissini tatmak ve bundan da öte bunu kabul etmek elbette. Kabul etmekle de bitmez ki yapılan yanlışların telafisi. Pişman oldum diyip de kenara çekilmek de değildir yani erdem. Özür dilemektedir bazen kabul buyurulursa veyahut bir bardak su vermektedir karşındakine. Su hayattır çünkü. Ömrünü uzatır insanın. Sular kadar ömrün olsun demektir karşındakine. Bundan daha içten daha gerçek bir af dileme düşünemiyorum.
Kendini kandırmamaktır yani boş kelimelere sığınıp da.. Pişmanım desen de; koşullarının, o zamanın şartlarının, içinde bulunduğun durumların arkasına saklanmamaktır gerçekten pişman olmak. Bazen bir kadeh şarapla göz göze geldiğinde, bazen üstüne oturup da dalıp gittiğin sıcak bir kaldırım taşında kimi zaman da gölgesini ona benzettiğin bir anda fark edersin pişmanlığını.. Bir saniyelik bir sızıdır ve kelimelerle asla ifade edemezsin nutkun tutulduğunda. O zaman işte nereye gideceğini, kime sığınacağını en önemlisi kendinden nereye kadar kaçabileceğini bilemezsin. Hayatın bir saniye içinde cehenneme döner bu geri dönüşü olmayan zaman diliminde. Aldattın bir kere.. Yalan söyledin defalarca.. Nasıl geri alınır bütün bunlar?..
Belki yeni yalanlarla belki de en çıplak halinle durursun karşısında. Mahzunca.. Tüm yabancı bakışlara göğüs gerebilecekmişçesine.. Hatta belki inandırırsın da kendine her şey yolunda giderse. Birkaç damla gözyaşının yardımıyla.. Gerçeksindir üstelik. İstemeden olmuştur. Gerçekten!
Sonrası daha zor inan. Herkesi inandırabilirsin ama kendini asla. İstedin ve yaptın dostum! Ve bahanelerin artık seni kurtarmıyor uykusuz gecelerinden, karanlık düşlerinden.. Bundan sonra yapabileceğin tek şey var. Yaşadığın cennetten seni attıran şeytanı sadece içinde aramalısın.. Boşuna nefesini tüketme..

10.8.09

Sobadaki Küçük Parmak İzleri

Geçmişe takılma, geleceğe bak derler. Geçmişini unutan, geçen yıllardan ders almayan bir kişi nasıl olur da geleceğini kurtarır?.. Kurtarmak demeyelim de en iyi, en doğru şekilde yaşar demek daha anlamlı belki.. Ne bileyim canını acıtan bir olayı tekrarlamamaya özen gösterirsin mesela.
Bazı insanlar okuyarak, yazarak değil de yaşayarak öğrenir. Bundan beslenirler. Benim gibiler.. Herşey salonun ortasında duran sobayla başlar. Sadece kışları aktif halde çalıştığı için tam bir iletişim kuramazsın sobayla. Ama için için, uzaktan düşünürsün. Tensel temas kurmak istersin onunla. Sıcaktır, çekicidir. Üstelik seni sürekli uyarırlar dokunma yanarsın diye. İşte bu zamanla tutkuya dönüşür. Geceleri kalkıp izlersin çıkardığı kıvılcımları, çıtır çıtır sesini dinlersin.. Kokusu burnundan hiç gitmez. Ve birgün herkesin mutfakta işi olduğu sırada bütün parmaklarını en tutkulu şekilde açarak dokunursun ona. Ve anlarsın.. Öyle bir yanar ki elin, öylesine kıpkırmızı bakakalırsın. Evet haklılarmış dediğin nokta budur. Tüm merakının sona erdiği, hayal kırıklığı ile dibe vurduğun an.. Deliler gibi bağırıp ağlasan da kar etmez artık. En yakınların buz gibi sulara tutarlar seni, çeşitli merhemler sürerler yarana.. Ama nafile.. Günler geçer haftalar geçer.. Acısı diner.. Ama izi kalır.. Yıllar boyu, o ize her baktığında korkarsın bir daha yaklaşmaya..
Zaman ilerledikçe yeni evler, yeni sobalar ya da şekli değişmiş yeni ateş parçaları sarar etrafını. Kimi odun ateşidir kimi kömür kimi çörçöp.. Hepsinin sıcaklığı farklıdır..Ama bir şekilde hepsi yakar. Ve her dokunmak istediğinde gözün o ize takılır. Aniden çekersin elini yanmışcasına, çünkü her baktığında o anı hatırlarsın ve her defasında sanki bir daha bir daha yanar elin.. İşte biz buna deneyim diyoruz. Halbuki elin yanar dendiğinde de yanabileceğini biliyorduk ama bir ihtimal, ama belki, ama bu sefer diyerek ateşe atarız kendimizi. İşte böyle insanlar yani benim gibiler yaşamalı, yanmalı ki gerçekten somut bir izi olsun ve buna baksın ki bir daha yapmasın..
İşte bu yüzden geçmişten kaçılmaz, geçmiş unutulmaz.. Geçmişe saplanıp kalınmaz ama Shopenhauer’in dediği gibi “İnsanın Kırk Yaşına Kadar Geçen Yılları Bir Kitap, Geri Kalan Yılları Da O Kitabın Eleştirmesidir..”

8.8.09

Yine Uykum Kaçtı

Bugün bir telefon mesajı aldım. Çok da yakın sayılmayan bir arkadaşımdan.. Demiş ki; 30 yaşındayım ve hiç arkadaşım yok.. Bu bir itiraf mı bir serzeniş mi ya da kendine karşı yapmış olduğu bir ihanet mi emin olamadım. Ve dolayısıyla pek söyleyecek bir şey de bulamadım. Aslında aklımda olmayan saçma sapan bir cevapla geçiştirdim.. Klasik ben.. İçine birkaç espri kat ve konuyu kapat..
Ama saatler geçtikçe aslında bunun çok ciddi bir konu olduğunu fark ettim. Oyun oynadım, yemek yedim, birkaç kişiyle sohbet ettim ama içimdeki rahatsızlığı atamadım. Mesele arkadaşımı geçiştirmiş olmak değil sanırım. Mesele benimde aynı hissi paylaşıp da bunu çoktan bir yerlere gömmüş olmam.. Belki aylar belki yıllar öncesinden..
Düşündüm.. Son 3 senedir yılbaşlarını annemle kutluyorum.. Doğum günlerimde annemleyim ve tatillerimi yalnız yapıyorum.. Bunlar benim tercihim mi?.. Yoksa zorunlu seçmeli mi?.. Emin değilim.. Etrafımda aklımın alamayacağı çok insan var aslında. Msn listem, telefon rehberim, facebooktakiler, kalbimdekiler, geçmişimdekiler, akrabalar, iştekiler, evdekiler… Düşününce çok fazla insan, çok büyük kalabalıklar.. Ama ama ama… Neden kafamda bu kadar soru işareti var?..
Neden bazı günler sahilde beraber yürüyecek kimsem olmuyor? Neden bir kitabı okuduğumda onu tartışacak kimse bulamıyorum? Neden sinemaya gittiğim zamanlarda büyük boy popcorn bana çok geliyor? ..
Sanırım ben arkadaşım kadar cesur değilim.. Ya da çoktan bu durumu kabullenmiş yolumu böyle çizmişim.. Yalnızım dostlarım edebiyatı bana göre değil.. Hiç olmadı ama bazen de insan keşke diyor işte.. Ne bileyim.. Bana böyle mesajlar atmayın ve hayatımı sorgulamama izin vermeyin lütfen.. Çünkü sizin kadar kolay üstesinden gelemiyorum işte.. Benim de bazen uyumaya ihtiyacım var:)

Hepsi Yanan Mumun Işığında Saklı

Bazen kilise kültürüne sahip olmayı diliyorum. İki nedeni var aslında. Birincisi kilise düğünlerini seviyorum ama bunun konumuzla daha uzunca bir süre ilgisi olamayacak malumunuz:) Diğer bir neden ise günah çıkartmak kavramı..
Ne uzun zaman olmuş yazmayalı, içimi dökmeyeli.. Yine kendimi koskocaman boşluklarda buldum kalabalıkların içinde, yine kaçtım küçücük dünyama.. Yine kapandım..
Bazı zamanlar kiliseye gidiyorum. Kadıköy’de küçük bir kilise vardır büyük kapılı.. Biliyorum ne alaka diyeceksiniz.. Sadece huzur bulmak için mumlar yakıyorum. Bu da bir çeşit kendini rahatlatma çabası, arınma çabası.. Ve işte öyle zamanlarda günah çıkartabilmeyi diliyorum.. Ama mümkün olamıyor tabii ki.. Bunun yerine en yakınıma da gidebilirim işlediğimi düşündüğüm günahları anlatmaya.. Ama olmaz.. Çünkü sorgulayacak o kişiler.. Nedenini niçinini araştıracak, didikleyecek her detayını.. Ne gerek var ki buna?..Her zaman her şeyin bir sebebi olmalı mı?..
Benim bu hayatta çok günahım var. Kalp kırdım, yalan söyledim, aldattım, görmezden geldim.. En büyük günah nedir biliyor musunuz?.. Hırsızlıktır.. Çünkü eğer birini öldürürsen, onu sevdiklerinden en yakınlarından çalarsın.. Eğer birine yalan söylersen ondan gerçeği bilme hakkını çalarsın.. Ya da birini sürgüne gönderirsen, ondan vatanını, doğduğu toprakları çalarsın.. Bütün günahların en büyüğü çalmaktır…
İşte bu yüzden günahların da nedeni olmaz. Bile bile işlenir, bile bile gidilir üstüne. Y da nedeni olsa bile bir anlamı yoktur kurcalamanın. Ne gerçeği vermenin bir anlamı kalır ne ölüyü diriltmenin. Bu yüzden anneler, babalar, kardeşler, en yakın dostlar, sevgililer ve rahipler.. Bunlar benim günahlarım.. Ve hepsi yanan mumların ışığında saklı. Hiçbir zaman gerçekleri bilemeyeceksiniz ve ben günahlarımla bu dünyadan çıkıp gideceğim..