25.11.10

Kırmızı Kapılı Evde Yaşayan Adama..

Bir kadın yalnız kalırsa ağlar, yemek yer, kedi besler, buzdolabını temizler, yürüyüş yapar ve zaman içinde toparlar. Ama bir adam yalnız kalırsa hastalanır. Başı zonklar, ne son günlere ne eskiye dayanan hiçbir şeyi hatırlamak istemez. Neye dokunsa canı acır, çünkü bütün güneş batımlarının içine garip bir nem kokusu siner, fi tarihinde okuduğu kitaplardan başını döndüren, midesine sancılar sokan cümleler dolaşır diline. Sonrasında hiç bir yere tutunamaz, kaybeden edebiyatı yapıyor terbiyesiz demesinler diye sustukça daha çok başı döner ve kendi kendisiyle konuşurken bulur ona da yabancı bir benliği. Kusmak ister, çünkü şehre uzaktan uzaktan bakmak artık eskisi gibi şiirsel ve felsefi laflar söyletmez ona..
Adamın yalnızlığı gök gürletir, yağmur olur yağar. Ve her yağmur damlasında kalabalıklaşır. Etrafında insanlar birikir. Şaşkın bakışlarını yalnızlığın yağmurunu yağdıran adama çevirirler. Bilge sözler beklerler ondan. Yedi iklim dört kıtadan duyanlar gelir ve hikmet ararlar yalnızlığı yağdıran adamda. Çoğaldıkça çoğalırlar ve yine yalnız kalabalıkları oluştururlar..
Öyle hastalıklı kalabalıklar içinde boğuluyoruz ki, artık “yalnızlık” kelimesinin anlamı bile kayboluyor. Sözlük anlamı, kendisine yabancılaşıyor. İnsanoğlu, bulutların da üzerine yükselmiş, ardından ayağı yere basan insansı kalabalığın şaşkın bakışları arasında önce ozona direnmiş. Sonra yaşanası bu dünyanın çekimine, ama yükseldikçe kaybolmuş. Hayal gücü biraz daha güçlü olanlar onu aya kadar takip edebilmiş. Sonrası malum, tarih olmuş..
Aslında biraz yalnızlık kimsenin zararına değildir. Biraz yalnızlık insana kendini gösterir. Değerlerini sorgulattırır. Dostlarını gözden geçirtir. Yetişemediklerini hatırlatır. Zamanı ziyan ettirenleri elekten geçirtir.
Yalnızlık her ademin elzemidir hayatta. Annem küçükken ''her şeyin fazlası zarardır'' derdi. Karpuzu çok yediğimde de, çikolataları lüp lüp götürdüğümde de, aşkı en derinde yaşadığımda da unutmuştum bu lafı. O kadar tatlıydı, o kadar güzeldi ki; geleceğin götüreceklerini kulak ardı ettim. Sonrası da kişisel tarih işte...Yalnızlık gibi. Nezleden kimse ölmez. Yeter ki kansere çevirme.
Bu yazı biterken de Joan Baez’den Amazing Grace çalıyor. Ama bu ağıttır demeyin, birazcık içime dokunuyor o kadar..

Özrüm mü kabahatimden beter olan yoksa tavuk mu yumurtadan çıkar?

Kimileri insanın kendisiyle konuşmaya başlamasını şizofreniye ilk adım olarak adlandırabilir. Ancak bu konuşmalar her zaman yüksek sesle yapılmaz. Herkesin iç sesi, yaşam mekanizmasıyla doğru orantılı biçimde çok, az, uyuşuk, lanetli ya da küskün olabilir. Ama inanıyorum ki hiç kimsenin kendisiyle konuşmadığı hiçbir an yoktur. Bu ölünceye dek de böylece sürer gider.
İç sesimiz vardır, çünkü kimi zaman ondan fikir alırız ya da ona akıl veririz. Bazen susturmaya çalışırız, bazen de durdurmaya. İç sesime, dış sesimden daha ağırlık verdim ben.O, bizim gerçeğimiz sanırım, kaçamadığımız, kurtulamadığımız ama aslında özünde onsuz yapamadığımız duygularımızın, gerçekliğimizin ta kendisi.
Ben blogumu ihmal ettim uzunca bir süredir. Çünkü dış sesimin o kadar çok konuşmaya, kavga etmeye, mücadeleye, susmamaya ve susturulmamaya ihtiyacı varmış ki; içimden geçen sesi hiç konuşturmadım. Duygularım gibi onu da bastırdım. Belki biraz da ona ihanet ettim ve o yokken birçok yanlış yaptım, yine birçok kez akıllandım ve bugün onu yine dinlemeye başladım. Başlamaya karar verdim. Çünkü onsuz yaşamak istemediğimi anladım ve böylelikle bloguma da geri döndüm.
Bu yazım, tamamen duygularımı, saçmalıklarımı, yaratabildiğim ya da fark edebildiğim kadarıyla benliği yansıttığım bu sayfaya bir özür yazısıdır. Dolayısıyla kendime..Çünkü insan önce kendisine yaptıkları ve kendisine yaptırılmasına izin verdikleri için kendinden özür dilemelidir.
Özür dilemek bana çoğu zaman çok boş geliyor aslında. Çünkü ortada bir hata varsa birine ya da bir şeye karşı mutlaka bilinçli yapılmıştır ya da bilinçli söylenmiştir. Ama o kadar çok bahanenin altına sığınırız ki; çok içmiştim, uykuluydum, çok yorgundum, başka bir şeye kızmıştım.. Böyle zamanlarda özür dilemenin anlamı yoktur. Yürekli olmak lazım bu hayatta. Kabul etmek lazım. Böylece kendine ve karşındakine olan saygını da korumuş olursun.
Ben, uzun zamandır kendimi dinlemiyorum. Hani derler ya bir yerin ağrıdığında kendini dinleme o zaman ağrını hissetmezsin diye.. Bir şeylerin üzerine düşünmediğin ve detayları kurcalamadığın zamanlarda ruhen ve hatta fiziken daha rahat oluyormuşsun gibi geliyor insana. Ancak zaman içinde her şey öylesine birikiyor ki, ve öylesine içinden çıkılmaz bir hal alıyor ki.. Hani bir yerini kesersin de küçücüktür, gözle bile görülmezken gün içinde sürekli zonklar ve o anlarda hatırlarsın kestiğin parmağını ve kesme anını.
Evet kendime bir özür borcum var. Duygularımı dinlemediğim için, ya da kulak asmadığım, görmezden geldiğim için. Kendimi önemsemediğimden dolayı bir sürü kalp kırdığım için. Ve en önemlisi olmam gereken yerde olmayıp, kafamın derinliklerinde kaybolduğum için. Beni ben yapan ruhumu makina sandığım bedenimde başıboş dolaştırıp, en önemlisi kalbimi unutup ama sonunda sadece kuş beyinli olduğumu anladığım için.
Kendimdeyim, benimleyim işte. Yazıyorum, çiziyorum. Bir çırpıda dinliyorum içimi ve bir solukta dökülüyor kelimelerim kolayca. Yazımın başında özür dileyeceğim dedim ya dilemeyeceğim. Ben o klişelerdenim. Bundan da ders alıp, -yine unutacağım ama- özür dilemeyeceğim. Bilerek terk ettim kendimi ve pişman olup geri döndüm. Belki yine giderim, işte bu yüzden özür dilemeyeceğim ne kendimden ne de başkalarından. Çünkü yine yapacağım, yine canımı acıtacağım ve yine geri döneceğim. Tıpkı size yaptığım gibi. Bir gün..

23.8.10

İşte Kapı İşte Sapı

Avrupa filmlerini hiçbir şeye değişmem. Bir Alman filmi izledim, vizyonda şu anda. Adı “Kapı”.. Hikaye ne çok yabancı, ne de çok klişe. Daha doğrusu konuya bakış açısı farklı olmuş yönetmenin ya da senaristin her neyse. Ben burada life style kitap, film, sanat galerisi eleştirileri yapmam.. Filmin konusu düşünmeye zorladı beni sadece. Hayatımın en iyi dönemini yaşamıyorum belki ama intiharın eşiğinde de değilim. Daha iyi ve daha kötü zamanlarım oldu. İkisine de aşinayım. Şöyle ki; filmde hayatının en büyük hatasını yapıp, ölümle burun buruna yaşayan, her şeyden vazgeçmiş bir tip var. İşte bir gün kader onu bir kapıya götürüyor, oradan geçiyor bir de bakıyor ki 5 yıl öncesine geri dönmüş. Yaptığı tüm hatalar silinmiş, mutlu mesut bir hayatı var. Sonra da başı b.ktan kurtulmuyor 
Diyeceğim odur ki; hani ne kadar bilseniz de aynı şey asla olmayacak, insan yine de empati kuruyor işte. Geçer miydim o kapıdan ya da geçsem neleri yapardım mutlaka, neleri es geçerdim, hangi tavuğa kışt derdim?
Ne bileyim, düşünüyorum da herhalde bir şansım daha olsa daha çok hata yapardım. Bu kadar kusursuz, mükemmel olmaya çalışmazdım, çünkü o zaman eminim ki daha az hataya neden olurdum. Belki sorunlarım daha gerçekçi olurdu, hayali problemler yaratmazdım. Kimi zaman kalk gidelim diyenle düşünmeden giderdim, gidemem çünkü düşünürsem. Benim düşündüğümle, söylemek istediğimle, söylediğimle ya da söylediğimi sandığım şeylerle; karşımdakinin duyduğunun, duymak istediğinin, anladığının ya da anlamak istediğinin farklı olduğuna daha çok anlam yüklerdim. Zorlamazdım. Ayağımı ayakkabı vurdu diye gittiğim yepyeni yolları, tanıdığım yepyeni yüzleri bir kalemde silip atmazdım.
Yollara dökülürdüm, daha çok gülerdim, güneşin tadını çıkarırdım, mutlu anlarımı çoğaltır, gözyaşlarımı azaltmak için her şeyi yapardım, ailemle daha çok vakit geçirirdim vs vs. zırvalıklarına girmeyeceğim. Onları da bundan para kazanan yeni yetme yazarlar yazsın.
Ama bir gerçek var ki; bu yazıyı asla yazmazdım.

23.6.10

Sismik Deneme

Hani ’99’da büyük deprem olduğunda deprem dedemiz Işıkara demişti ya, kapının önünde içinde her türlü ihtiyacınızı karşılayacak şeylerin bulunduğu bir bavul bulundurun diye.. Deprem sadece yerkabuğunun içindeki kırılmalarla ortaya çıkan titreşimler değildir bir insan hayatında, olmamalıdır da.. Evet bavulları, çantaları hep toplu durmalı insanın kapının önünde.. Çünkü dayanışma, çünkü güven sismik dalgaların çok ötesinde değil. Hemen yanı başında.
İhanetlere, terk edilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı insan. Yalnızlığa tıpkı 30 senelik kocana alıştığın gibi alışmalı.. Caddeler dolusu ıssızlıkla baş başa yaşamayı bilmeli ve masaya tek tabak koymayı ve o tabağa da az yemek koymayı. Sabah gözünü açar açmaz "Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık olmaz" dizelerini geçirmeli aklından. Kahvaltısını ederken televizyonda bireysel terörü izlemeli. Bireysel ölümleri, bireysel kayıpları.. Toplumsal sessizliğe inanmalı, cevapsızlığa ısınmalı.. Sessizliğin, haksızlığa alkış olduğunu bilerek...
İnsanı ayakta tutan haklı olmanın hafifliği, gururudur.. İşte bu yüzden geceden kalma şiş gözlerine, sabah aynada onurla bakmalı insan. Kendiyle hesaplaşmalı ve kendiyle hüzünlenip kendiyle eğlenmeli. Her an ayağa kalkıp gidebilecek kadar cesur, gittiği için pişman olmayacak kadar mağrur ve hep kalıp savaşacakmışçasına gözü pek olmalı yalnız insanın..
Çünkü ancak o zaman sessizliğin kopan fırtınalardan daha etkili olduğunu görür.
Bavul olmasa bile bir küçük sırt çantası da yeter. Korkulu bakmamalı yollara ve alışmalı yalnızlığa..

Felluce'yim ben!

Felluce'yim ben...
Yıkık, harap, mağrur ve asi...
Medeniyet denilen arsız yalanın tekzibi...
İşgale uğradım, yağmalandım, kana bulandım.
Evlatlarım ceset ceset yatar caddelerimde...
...dünyanın gözleri önünde...
Sofrasında yer aradığınız bir ziyafetin zor lokmasıyım.
Barbarların istilası karşısında Şark'ın nefs - i müdafaasıyım.

Bayramdı.
Çatışma vardı.
Cuma sabahı camide vuruldum.
Yerde can çekişirken bulundum.
Yaradan'ın evinde, Yok - eden vardı o gün...
Aradıklarını söyledikleri kitle - sel imha silahlarıyla geldiler.
Kafama nişan alıp, beynimi deldiler.
Dağıldı kafam, parçalandı yüzüm.
Kızıla kesti dayandığım duvar;
Kendi kanıma gömüldüm.

Tanırsınız beni...
Vietnam'da beynine kurşun sıkılan da bendim;
Filistin'de taşlarla kolu bacağı kırılan da...
İzmir'de ilk kurşunu atan da...
Hepsinde suçum aynıydı:
İşgalciye karşı ülkemi savunuyordum.
Ve kanlar içinde yattığım yerden dünyaya, unuttuğu bir yemini, "isyan"ı
hatırlatıyordum.

Fakat ne mümkün!
Katilim, benden çok önce dağıtmış dünyanın beynini...
Kara bir perde inmiş Ademoğullarının gözüne...
Görmüyor, duymuyor, ses vermiyor.
Susuyor riyakarca...
Aslan tarafından parçalanan avın artığına göz dikmiş sırtlanların iştahıyla...
...susuyor, katliama ortak olma pahasına...

Şimdi yalanlar söyleyecekler sana...
"Özgürlük götürdük, onun için öldürdük" diyecekler.
Bir tek yüzüm var, bunun karşısına koyabilecek.
Bu darmadağın, bu delik deşik, bu kanlı yüz, feneri olsun kör gözlerinizin...
Felluce adını, zulmün defterine yazın.
Ve asla unutmayın.
Dönerim bir gün; mazlumun ahı gibi çıkar gelirim.
İsyanlarla, sandıklarla... olmazsa, belime sarılmış bombalar, cephane yüklü
kamyonlarla...
"Terörist" diye işitirsiniz manşetlerde adımı yine; büyüğüne tapar, küçüğünü lanetlersiniz.
Suçlunun savcı, mazlumun sanık olduğu bu sefil mahkemede, adım adım faşizme gidersiniz.

Ödersiniz bedelini sükutunuzun...
Bir gün pişman olursunuz.
İşte o gün hatırlayın beni:
Ben, Felluce'yim.

21. asrın kabristanı, insanlığın son kalesiyim.

C.D

19.5.10

Simit - Ayran

Ben olduğum gibi duruyordum, herhangi bir gündü, herhangi bir ayın herhangi bir günüydü. Gördüğüm ilgili yüzlere aşık olmaca oynamaktan zevk alan biriydim, değişen bir şey olmadı seni gördüm, oyuna devam ettim.
Ben olduğum gibi duruyordum, herhangi bir gündü, herhangi bir günde herhangi bir yerde herhangi biri gibiydim bir an sonra yanıma geldin. Elimi tuttun, biz biraz güzel olduk. Gene de pek farkın yoktu ya çok ısrarcıydın.
Kaldın,
Konuştuk
Bakıştık
Ben uyudum
Sen ağladın.
Zaman kısaydı, çerçevelere sığamayacak birkaç güzel fotoğrafımız ve fazlası değil can yakacak kadar anımız oldu.
Gittin
Konuştuk
Bakıştık
Sen uyudun
Ben ağladım.
Günler takvimsizdi, saatler bir sarmalın ucuna asılmış hep aynı dönüyordu. Cebimde sakladığım simit ayran üstü para, parmaklarımın arasında soğukluğuyla dönerken sordum; kaç kere terk edilebilirdi insan?
İp atlıyordum, mini mini birler çalışkan ikiler sesler uzaklaşırken gökyüzünde gördüğüm o karakuş sürüsü, içim ürperdi ya nedenini bilemedim. Her sabah gibi bir sabahtı, çıkarken kapıdan gördüğüm karakuşlarla aynı histi. Akşamına döndüğüm ev bir daha asla sabah çıktığım o ev olmadı. Ve ben büyüdüm.
Ellerini izlediğim o akşam, genç yaşlarıma gelmiştim. Neden diye soracak ne güç vardı ne de önemi… Sana soramadığım o soru, cevabını asla bilemeyeceğim o soru oldu hep. Zaman öyle bir aktı ki hikâyeler hastane kokusu kazıdı hafızalara. Görmek istemediğim o yerde kaldı konserve anılar.
Ellerini izlediğim o akşam, genç yaşlarımı bitirmeme az zamandı. Kocaman ellerin vardı, dayandığımda tüm ağırlığımı su gibi kaldıracak güç vardı gözlerinde. Sende çocukluğum vardı, sende nedenini soramadığım sorunun cevapları vardı. Bir hikayeyi başlatıyordu varlığın, her ilgili yüze aşık olmaca oyununu tedavülden kaldıran. Ruhumu dudaklarımın arasından dirhem dirhem çektiğin o gün, karaflara koyuldu kanım, tat dedin. Kalmamı istediğin için buradayım ve içiyorum bedenini zehirli bir içki gibi. Ne sen kalacaksın ne de ben… Biliyorsun olmayacak ve dökülecek ellerimizden gelecek.
Öyle güzel bakarken bana söylediğin acı sözler sadece canımı yakmak içindi, mahalle arası bir oyunda söylenenler kadar, çocuk değildim. Sen öyle güzel bakarken yalandı fısıldadıkların.. Ayaklarını görmüştüm büyük ve kararlı, sana dokunmuştum. Elimi attığım boşlukta, kokuna burnumu yaslayarak ağladığım günler geçerken, her bir anıyı tekrar tekrar yaşadım.
Gittiğin günler o kadar çoktu ki… Yorganımın altında çocukluğumdaki çadıra döndüm her başımı dışarı çıkartışımda sesini duyarak, aklımın bana oyunları çok acı verdi. Anlayabiliyor musun dediklerimi, karaflardan içilen kanımdan daha çok acılar verdi yokluğun. Ölü bebekleri sarmaladım beşiklerde, saçlarımı kestim, yüzümü çizdim, su içmeye gittiğim her an beyaz parkelerde ağladım iki büklüm. Sen bilmedin peki hiç hissetmedin mi?
Çırılçıplak ıslanırken o duş suyunun soğukluğunda hıçkırıklarımı bastırırken fayanslara ve kabul ederken yeni isimsiz birini o gece yanıma. Kaç kere intikam aldım senden duymadın mı?
Tüm kanlı karabasanlardan ellerimi yıkayarak kurtulmadım. Ama acının her ifadesini çığlıklarla hissettim içimde, damarlarım parçalandı, kan aktı içimden, içim kızardı. Söylenilen tüm sözler ezberimdeydi, tüm resimler, yazılmış yazılar ve söylediğimiz şarkılar. Bir cebime aldım sende tükenen hayatımı öyle yürüdüm ben İstiklalde; sen gitmiştin üstelik. Sana benzeyen insanlar gelip geçti. Ya baş harfi sendi, ya okuduğu okul yahut gevezeliği.. hep birileri benzedi sana, ben hep ağladım. Kim bilir kaç kere kaç kuruşa sattım, teşhir edildi ruhum. Göremezdin, bilir miydin parmağın ucundan iğne deliği akan kanı, yaladım demir gibi tadı.
Nedenlerin tükenmişti ya, layık değildin hani bana… Kader yazdın ya… O gündü ben gidiyordum sen kalıyordun, çıkıyordum yanından, cebimde simit ayran üstü para, aynı bakmıştı ya gözlerin karakuşların ürpertisi.. Sana soramadığım nedenler boğazıma birikti, ağlamak üzere bir insanın boğaz acısı olarak kaldın orada. Ve senden çıktığım o gün, bir daha asla çıktığım gün gibi kalmayacaktım burada.
Araftı biliyor musun, aradaydım uzaklaşırken, dönerken tekerlekleri zamanın gözlerimde kaldı o tanıdık bakışın… Koca ellerine hastane kokusu karıştı yokluğunda…
Şimdi herhangi bir günde ben olduğum gibi duruyorken sen dizlerime yattın, ben ağlıyordum sen uyumuyordun, sen ağlıyordun ben uyumuyordum. İlk defa dinliyordun, ilkinde dinlemen gerekenleri ve susuyordun sen. Diyebileceğin sadece gel demekti.
Ben bölünüyordum çocukluğumdaki ip atlamalara, yediğim simit ayrana, avuç içi toplara, banyo fayansında iki büklüm çıplak ağlamalara soruyordum hangi benle geleyim…
Nedensizlikler kadar kolaydı gel demeler… Kalacak kadar var mıydım herhangi bir yerde herhangi bir gün sen dizlerimdeyken şimdi… Gözlerimi yumuyorum bu o kızın hikâyesinin mutlu bittiği filmdi hani izlerken bana neden bu filtreyi kullanmışlar diye söylendiğin. İki sonlu filmlerden miydik, o filtre bize reva mıydı ve bizsiz üstümüzden geçerken bedenler buluşmuş muydu yumduğumuzda gözlerimizi…
Hiçbir zaman bitmedi ya, tam oldu dediğim o en kuvvetli anda sen gözlerini açtın gözlerime. Hiçbir acı ölümden beter olamazdı. Kaç kere ölebilirdi insan, kaç kere terk edilebilirdi…
Yüreksiz de olsam sevebilecek miydin beni, ve elektro şokların kan pompalayabilir miydi parçalanmış damarlardan bitikliğime… Gururum mu, kızgınlık mı, inançsızlık mı daha fazla üzülmem ama verirsen yüreğini parçalanmış yüreğime filtresiz filmlerde esas son olurduk belki.
Ben duracağım burada, herhangi bir gün olacak, ceplerim bomboş yüzüm pencereye dönük o sevdiğin binalara bakacağım. Ben duracağım burada sorulardan çok cevaplarımı önemseyeceğim artık ve sen bileceksin, gel demeden kalacak kadar sevdiğinde yüreğin, sana yokluğunda söylenmiş tüm şarkıların bitiş cümlesi olacak gözlerim.
Kalan olacak, terk edilen olabilecek kadar cesarete sahip olduğunda belki senin bozukluklarınla benim demir paramı birleştirir bir simit ayran daha yeriz. Bilmediğim bir şeyler anlatırsın bana ve ben göz çukurumda senin el izin yaslanırım sana, sen tutarsın ellerimden o uzun yol boyu… Biz yürürüz…

31.3.10

Kim Kimden?

Aklıma geldi de, tren garlarına dair tuhafıma giden bir şey var. Asla yalnız kalamıyorsun. Aslında içindeki her şey yalnızlığı besliyor ama, yine de içinde bir türlü yalnız kalamıyorsun. İçinde çok insan olduğu için değil; sanırım herkes kendini bir şekilde yalnız hissettiği, yolculuk fikri hayattaki bir çok şeyde olduğu gibi fikirken daha özel ve özgün durduğu için. Çoğu kişiyi tedirgin eder aslında yolculuklar. Fiziken, ruhen, sosyal olarak hatta. Tek kişiliktir çünkü. Ailecek bile çıkılsa bir yolculuğa, hikaye tek kişiliktir. Bazıları bütün bir hayatın böyle olduğunu söylerler, onlar hayatın da başlı başına yolculuk olduğunu düşünen insanlardır, ben buna inanmıyorum.
Düşünün tren garı deyince aklınıza ne geliyor?.. Raylar, bavullar, sosisli sandviççiler, pis tuvaletlerde karışmış kolonya-bok kokusu, lacivert üniformalı gişe memurları.. Hepsi de yalnızlığı çağrıştırır. Çok güçlü imgeler. Hem yazarken hem de görsel olarak. Hemen her zaman yalnızlıkla ilgili bir şey üretmek istendiğinde kullanılabilirler. Bu kolaycılık olarak görülebileceği gibi klişelere hakimiyet olarak da görülebilir veya gerçek. Çünkü bir şeyin sanatça çok kullanılması onun gerçekliğini azaltmaz. Ki aslında günümüzde ben kim kimden çalmış önce bilmiyorum. Sanat mı hayattan, hayat mı sanattan? ..

23.1.10

Kaybetmenin Dayanılmaz Hafifliği

İnsanlar kaybediyor. Her kaybettiğinde bu ders oldu diyor ve bir sonrakinde farklı bir nedenden yine kaybediyor. Sanırım sahip olduğumuz en masrafsız eğitim bu.
Kaybedeceğimizi bile bile, oyunlar oynarız bazen. Bana sonu olmayan bir tek şey gösterebilir misiniz? İşte bu yüzden mutsuzluktur en güzel oyun. Kaybettiğimiz de en çok sevindiğimizdir belki de. Her şeye sahip olamayız ki.. Bir insan her şeyin sonu olduğunu bile bile mutlu oluyorsa eğer, durup düşünmeli ve sonunda gelecek olan durgunluğu ya da mutsuzluğu da sevebilmeli. Çünkü her biten oyun yeni oyunların habercisidir..
Peki öyleyse gerçekten kazanan kim? Aslında kazanan yok.. Tanrı bile her gün kaybediyor. Hem de bizden çok..
O başıboş görünen sokaklar var ya, onların bile bir galibi var aslında. Gece bile olsa, sokak kedileri var belki de yarasalar belki de sarhoşlar.. Belki de sadece kaldırımlar.. Kaldırımsız kalacak kadar yenik bir sokak görseniz bile orada sadece karanlık olduğunu bilirsiniz ve karanlığın kazandığını ilan edebilirsiniz. Yalnızlık diye de bir şey yok, sadece sana benzeyenlerden kaçmaktır onun adı. kaçabilmektir belki de, kaybetmelerin güzelliklerindendir.
Öyleyse bile bile mi mutluyum ben? Farkında mıyım yoksa? Hayır bu da değil. Çünkü farkındalık; asla heyecanı olmayan bir oyundur. Nereye gittiğinizi bilirseniz, bazen buna engel olur bazense sadece sürüklenirsiniz. Farkındaysanız eğer, tanrının kaybedişi gibi bir şeydir sizin kaybedişiniz.. En kötü ihtimalle; kazanmayı kaybedersiniz. Tıpkı kendi yazdığınız bir bilgisayar oyununu oynamak, ya da senaryosunu yazdığınız bir filmi izlemek gibi. Bunlar kazanılamaz, çünkü biraz sonra ne olacağının farkındasınızdır. Yarını bilmeyi sevenlerden olamadım ben. Bildiğim şeylerle ilgilenmedim bu yüzden. Sadece düşünmek benimkisi, olasılıkları gözden geçirip kaybedeceğimi bilmek ve kaybetmeyi sevmek. Bence herkes kaybetmeye olan aşkı sayesinde sever sevdiği her şeyi. Bana kaybetmekten korkmadığınız bir saniye söyleyin! Gerçekten korkmamak! Yalnızlığı seven insan bile yalnızlığını kaybetmekten korkar. Kaybetmeyi, bazen kazanmak olarak nitelendirenler bile ölümüne korkar kaybetmekten.
Ne kadar garip değil mi? Biliyorum, yarın kaybetmeyi de kaybedeceğim, çünkü hayatımda belki de ilk defa; ben bugün kazanmış hissediyorum.
Bence herkes gözlerini açsın ve yarın yeni bir güne uyansın. Uyandığında fark edeceksiniz ki damağınızda hayattan bilmem kaç saniye daha kaybetmenin tadı var. Keyfini çıkarın!

2.1.10

Teyze Olmak I

Bu hayatta evlat olursun, kardeş olursun, arkadaş olursun, kuzen olursun, sevgili olursun, torun olursun.. Olursun da olursun.. Daha milimetrelerle hesaplanan bir şeyi, bu kadar sevmek, özlemle merakla beklemekmiş teyze olmak da.
Biricik ve delişmen ablacığın karnında bir şey büyüyor..Nasıl bir şey olacak? Neye benzeyecek? Beni sevecek mi? Büyüyünce ne olacak? Ne çok soru var kafamda.. Sonra o delişmen nasıl anne olacak? Gerçi yeri geldikçe size de annelik yapmıştır, hem de en hasını. Küçükken her ne kadar onunla çok eğlenseniz de az çektirmemiştir size. Yine de hep onunla olmak istenmiş, her korkutması eğlenceli ve her çaldığı patates kızartması, yaramazlık dolu günlerin vaadi olarak sineye çekilmiştir. Ama o ufak nazlanmaların sırası artık ona gelmiştir..
Teyze olmak, eczaneden alınan o test sonrasında “ben geliyorum” müjdesini alır almaz dünyayı bir kenara bırakıp, çığlıklar atmakmış. Bir anda hayaller kurmaya başlamakmış daha eli ayağı bile belli olmayan küçücük şeyle ilgili. Kendinize dair her şeyden vazgeçip en iyisini, en güzelini onun için istemek, aramakmış.. Adı olsun, biberonu, emziği olsun, iki hafta giyip atacağı giysisi olsun diye düşünmekmiş.. Halası da olsa amcası da olsa, herkese teyze anne yarısıdır di mi? Teyzeler daha çok sevilir di mi? Hem teyzeler daha yakındır, teyzeler süperdir?" diye zeka yüklü sorular sormakmış. Sahiplenmenin, kıskanmanın ne menem şeyler olduğunu öğrenmekmiş şimdiden..
O üzüm tanesi kadarken kalbinin dakikada 150 kez attığını öğrenip, nabzının 250’ye fırlamasıdır teyze olmak. Ve nabzın her attığında onu düşünmek, hiç tereddüt etmeden gelecekle ilgili planlarına yeni birisini katmak, her şeyin ne kadar yalan olduğunu derinden anlamak, onun için dua etmek ve dört gözle geleceği anı beklemekmiş..

1.1.10

"Yeni"

İnsan “yeni” kelimesinin yenilik getireceğine inandığından ve hiç bir zaman yaşadıklarından tam anlamıyla memnun olamayan bir varlık olduğundan ve hep daha iyisini isteyip arzuladığından yeni yıla anlamlar yükler. Bu sebepten sanırım yeni yıla eğlenerek girmek ister. Halbuki önemli olan yıl içerisinde yaşanacaklardır, yani önemli olan yılın başı değil içeriğidir.
Yeni yılın olmazsa olmazları vardır ki bunlar muhakkak yapılır. Bunlardan biri geçen yıla dair analiz yapmaktır. İnsan hatırladıkça iyi ki de bunu yapmışım ya da bu salaklığı nasıl yapabildim der.
Bir diğeri ise, yeni yıldan bir şeyler istemektir ki, bunlar hep sağlık, mutluluk, rahatlık, huzur gibi soyut şeyler olur. Oysa ki, insan hatırlanmaya değecek anılar yaşamak istemelidir. Çünkü bir sonraki yıla girildiğinde, elde kalacak olan şey anılarından başka bir şey değildir.
Yeni yıla nasıl girersen, bütün yıl da öyle geçermiş derler ya.. Ben mutlu girdim. İçimdeki şüpheleri, korkuları, endişeleri, hata yapma olasılıklarını, ruhumu kontrol eden mekanizmaları attım bir gün için bile olsa bir kenara. Şöyle baktım etrafıma.. Ve kaçınılmaz son olarak bir çırpıda geçen o koca yılı değerlendirdim. Bu yıl ne çok şey yaşamışım, ne çok sıkılıp, ne çok eğlenmişim bir yandan.. Ne çok şey öğrenmişim bu hayata dair.. Ne büyük sürprizler beklemiş beni.. Ve ben birçoğuna ne de çok hazırlıklıymışım..
Hani, şu yaşımdan bu kadar gün aldım, şu olmama bu kadar ay var daha denir ya hep, sinir olurum ben.. Ben yeni yılla beraber dolu dolu bir 27 yaşıma adım attım.. Koskoca 26 seneyi geride bıraktım.. 50 dermiş gibi koskoca diyorum ya, çok şey sığdırdım ben bu yıllara çünkü.. Her günümün her saatine birilerini, bir şeyleri ekledim.. Hepsi de güzel günlere gebe olmak, değerli diyebileceğim dakikalar içinmiş.. Dökülen gözyaşlarına, kaybedilen kıymetli insanlara, verilen yanlış kararlara, kırılan kalplere rağmen..
Birçok insan tanıdım ya da tanıdım sandım, bilmiyorum.. Kimisi transit geçti hayatımdan, kimileri asırlık çınar oldu.. Kimileri ise kalıcı olacağının sinyallerini verdi son zamanlarda.. Güven verdi.. İsimleri düşünce aklıma ya da sıfatları gelince gözümün önüne, hepsine bir anlam yüklemiş olduğumu fark ettim.. İyisine de kötüsüne de değer verdiğimi anladım..
Hani insan yaşlandıkça anasını babasını daha iyi anlar, derler ya, doğruymuş. Ölümlü insanın ömrüne endekslediği madde değişimlerinin periyodik tutarlılığına kendince bulduğu kulp olan zaman, insana aslında çok şey öğretiyor. Neden yemekleri yavaş yediklerinden, neden her gün yürüyüş yaptıklarına, her gün mutlaka neden haberleri izlemek zorunda olduklarından, iç çamaşırlarını neden ütüleme ihtiyacı hissetmelerine kadar uzanan bu geniş yelpaze, hayata ve onlara ait ansiklopedik, ama şart olan deneyimlerimize emin adımlarla sahip olmamızı sağlıyor.
Bu hayatta evlat olursun, kardeş olursun, arkadaş olursun, kuzen olursun, sevgili olursun, torun olursun.. Olursun da olursun.. Daha milimetrelerle hesaplanan bir şeyi, bu kadar sevmek, özlemle merakla beklemekmiş teyze olmak da.. (Bir sonraki yazımın da ilk paragrafıdır) Biz böyle bir haber aldık bu yılın sonlarında.. 7 haftalık olmasına rağmen kalbi 150 atıyormuş. Ben onu düşündükçe benim ki 250.. Heyecanlıyım, sadece bekliyorum onu dört gözle..
Bir şarkı vardı..” Yeni bir aşk yeni bir iş yine gülecek bir sebep lazım….” Kendim için doğru olduğuna inandığım, doğru insanların yanında olduğumu hissettiğim için, çok radikal bir karar aldım ve yıllar sonra işimi değiştirdim. Bu, aslında bir gün de verilebilecek bir karar değildi, çünkü benim de herkes gibi hayallerim oldu, koskocaman hem de. Ben büyüdükçe onlar küçüldü, ama asla vazgeçilir olmadılar. Bazen insan işte risk alıyor gözünü karartıp, bazen de kendisini güvende hissetmek istiyor, bir yere ait olmak belki de.. Zaman içinde sırtını yaslayabileceğin insanların olduğu bir yerde çalışmak, orada bir şeyler üretmek daha büyük bir haz sanırım. Ve insanın yaşı ilerledikçe, başka bir tabirle yalnızlaşmaya başladıkça ve bu hayata gerçekten yalnız devam etmek zorunda olduğunu idrak ettikçe, o özgür kızı bırakmak gerektiğini de görebiliyorsun. O özgür kız, aslında senin beyninde dostum deyip, kalbinde kocaman bir yer açıp onu oraya gömüyorsun ve en sevdiğin çiçeklerle arada onu ziyarete gidiyorsun. Hepsi bu.
Yine bir sürü kitaplar okudum, şarkılar dinledim, sayfalar karaladım, yine çok konuştum, yine boş konuştum, çok güldüm, ağladım zaman zaman, kızdım birilerine, kimisine küstüm kimisini ise affetmiş gibi yaptım bu yıl.. Yine verdiğim sözlerin bir kısmını unuttum, ama söylemediğim birçok şeyi de yaptım.. Yine büyüdüm ve yine çocuk kaldım..
365 günde bir, numarasını bir arttırarak kontrat tazeleyen ezeli bir işçi olsa da bu yeni yıl ve o, her yenilendiğinde bizi biraz daha eskitse de, yeni yıl yeni yıl yeni yıl herkese kutlu olsun!..