27.11.09

Derken Birgün Bir Mısraya Takılıp Düştüm

Piyanoyla başlıyor titremeler bütün bedenimde benim, olmadı bir kemanla, bazen de o tenorun uzaktan uzağa gelen çığlığıyla. Dokuz sekizlik hıçkırıklar hissediyorum önce. Tınıların ciğerlerimi ağrıtan o acısının hemen arkasından gelecek olan fırtınanın resmine dair ipuçları, boya adları, fırça tipleri, paletteki kırmızının tonları var aklımda. Gözyaşının, her aşkın izlerini, bir başka aşkla yok etmeye çalışan milyarlarca insanın yıllardır biriktirdiği her şeyi paramparça eden bir şey olduğunu bilerek, yağmur gibi, dere gibi, şelale gibi ya da belki sadece aklımdan oluşturduğum, belki sadece düşlerimde yarattığım bir su birikintisi gibi, beni de içine çekmesini hayal etmekten iki adım öteye geçemiyorum binlerce kelimelik cümlelerimde.

İçimdeki susuz toprakları yaratanın kendim olduğunu bile bile, bundan kaçmak istercesine ve sorumluluğu başkasına yüklermişçesine meydana getirdiğim bulutları salıyorum üzerlerine. Dökülsünler, boşalsınlar, akıtsınlar ki bir parça daha ruh katsınlar. Sonra ağlıyorum, kayboluyorum damlaların içinde ve damlalarım kayboluyor yeryüzünün herhangi bir yerinde.

Benim sevmeme engel evcil acılarım var ve acıya dayanabileceğim bir de eşik değerim. Herkes de olduğu kadar ama. Geceyle baş başa kalamıyor, yürürken sol tarafımı boş bırakıyor, gülümsememin bir kısmını saklıyorum. Her biri endişeden. Uyuşturulmuş bedenler, oyuncak ruhlar, anti-depresan yüzler var yanı başımda ve kulaklarımda yüz yıldır yerleşik olan çığlığın ilk sahipleri gibi birikmişler etrafımda, parçalarımı almaya çalışıyorlar sanki. Buna engel olmaya çalışmıyorum, çünkü benim sevmeye engel evcil acılarım var. Uçaktan atladığımda bile peşimi bırakmayan, koşa koşa ormana girdiğimde bile peşimi bırakmayan, uçsuz bucaksız denizlerde yüzerken bile peşimi bırakmayan, yatağın altına girdiğimde bile peşimi bırakmayan..

Ben bu yeri arıyorum. Durmadan, koşar adım, şehirden şehre, rejimden rejime değişmeden. Gerçeksem üstüne, hayalsem ötesine dokunma arzusu içinde. Hem saçma hem de sütlü kahve tadında. Ve noktayı bekleyenin anlamaması için eklenmiş tonlarca gereksiz kelimeyle dolu bir yazı daha.

26.11.09

Fransız Şarabı, Böcek ve Kafka

Saçma sapan duygusala bağlayabilirdim bugün. Yorgunum. Uykusuzum. Kocaman bir stadyumun ortasında gol atılmış da herkes sevinirken ben onları izliyormuşum gibi sanki. Şaşkınım. İnsanların yaşadığı hayatları, içlerinde barındırdıkları değerleri izliyorum. Anlamlandırmaya çalışıyorum. Bunun için zorlanmıyorum ama sanki bir tarafından, ucundan ya da köşesinden zarar görüyormuşum hissine kapılıyorum. Ve aynı sayı doğrusunda zarar veriyormuşum gibi.

Kendime yabancılaşmaya başladım birkaç zamandır. Aşırı bireyselleşmenin vermiş olduğu bir yanılsama bu. Geçici. Bir anda her şeyden uzaklaşıp da kendinle baş başa kaldığın anda ortaya çıkan bir tür sanrılar dünyası. Her gün geçtiğin sokağa, kafanı bile kaldırmadan yürümekle başlıyor. Ve bir sabah uyandığında kör olduğunu fark edip, yine de bunu garipsemeden, her şeyin yerini bilerek, giyinip, çıkıp aynı yolda ilerleyip, aynı köşeden dönebilmeyi ve aynı arabaya binmeyi getiriyor beraberinde.

Daha sen kendini tanıyamazken, insanların seni anlamasını bekliyorsun. Üstelik yanlış anlaşıldığın da buna şaşırıyorsun. Kendini kendine bir katman daha yabancılaştırıyorsun. Sonuç olarak, elimizde “öz” olarak tuttuğumuz şey nedir? Eğer toplumsal değer yargıları, ahlak kuralları gibi haller ise onlara yönelik bir şey değil söylemek istediğim. Ama eğer kast ettiğim şahsın ta kendisi ise, kendi öz varlığını oluşturup da bu öz varlığa mı yabancılaşması mesele? Yine sorular getiriyor beraberinde. Mesela bu öz varlık statik midir ki değişime uğradığında bir yabancılaşma hissediyoruz? Mesela Kafka’nın Dönüşümü’ndeki Gregor’un bir sabah uyanıp da kendindi böcek olarak görmesi, onun kendine yabancılaşması mıdır? Kendin kendine ne kadar kendinsin ki?-ki asıl soru bu sanırım.

Bu sabah uyandığımda kendimi böcek gibi hissettim ama bunun değişik dinamiklere bağlı olduğunu biliyorum. Kendim diye kabul ettiğin iyeliğin asla statik olmadığını biliyorum. Ve her yeni durum karşısında oluşan yeni kendime olan adaptasyonumun, aslında kendime yabancılaşma olmadığını, sadece belirli bir süre için alıştığım kendimin eskide kaldığını düşünüyorum. Kader denilen ucu sonsuzluk olan kavrama tutkuyla bağlıyım. Ve kendimin gerçekte irade çekişmelerinden ve çakışmalarından oluştuğunu öğrendim. Ortaya benliğimi çıkardığını anladım. Kendim olmaya çalışmanın ise asla durağan olmayan bir ivmede ilerlediğinin farkındayım. Dolayısıyla kendime yabancılaşma tabirini haddi zatında reddediyorum ve o böceği güzel bir Fransız Şarabının yanında meze olarak yiyorum. Ve bu yazının sonunda, ilk paragrafa başladığım yerde olmadığım için kendimi biraz daha seviyorum.